Cumartesi

insan soyunun tükenmemesi mucizesi

nasıl oluyor ben anlamoor. hayat, bilhassa insan ilişkileri özelinde bu denli karmaşıkken nasıl oluyor da erkeklerle kadınlar bir araya gelip çocuk yapacak ortak zemini yaratabiliyorlar? hani sevişmenin ötesinde, düşünüp taşınarak insan soyunun devamına katkıda bulunmanın bir karar doğrultusunda gerçekleşebilmesi hali. hadi ben öyleyim de herkes kaza çocuğu olamaz ya. bi güç var.

Pazartesi

yangın olur biz yangına gideriz

yazın sonlarında Weimar köyünün en heyecanlı hadiselerinden birini kaçırmış oldum burada olmadığım için. Goethe'nin Evi mevkiindeki tarihi binalardan birinin (burada onlardan çok var) çatısı çıkan yangında tamamen kül olmuş. yangın seyirlik bir felakettir. ama ben anlatacağım şeye odaklanayım. binanın ancak tadilatı epey ilerlemiş halini görebildim. D. ile kahve içmekten dönerken önünden geçtik ve ben nasıl da kaçrdığıma hayıflanırken o bana bizzat tanık olduğu sırada gerçekleşen bağlantılı bir başka olayı daha anlattı.
bir ayağı İstanbul'da gerçekleşmiş olan bir Türk-Alman müzik projesinin buradaki ikinci aşaması için gelen ve daha önce beraber çaldığı bir müzisyenle biraz önce bizim de oturduğumuz kafede birer aperitif almışlar (çok kibardırlar). sonra tam kalkarlarken yangın parlamış ve onlar da benim hayalini kurduğum şekilde dikilip izlemişler uzun uzun. aslında tam da hayalini kurduğum gibi değil, fazlası var. ben de onu anlatmaya çalışıyorum zaten.
insanın en ilkel korkularından ama aynı zamanda da bilgilerinden biri olan ateşle büyülenmiş bu dakikalarda misafir sanatçımız, D'nin yüzünü hızla kendine çevirip onu öpmeye çalışmış. D. durumu hem eğlenerek hem de kızarak aktarıyordu bana. hali hazırda bir erkek arkadaşı olduğunu bilmesine rağmen adamın bu girişimde bulunması rahatsız etmişti onu. biraz gülüp de eliyle yanağına bastırarak ve ters yönde direnç göstererek bu kısa mücadelenin tarifini görselliğe döküp biraz daha güldükten sonra dönüp dönüp bu cesareti nereden bulduğunu soruyordu. ben de bu konuda hemencecik oluşuveren derin fikirlerimi onunla paylaşmaya karar verdim.
aslında adamın yaptığı, ya da yapmaya çalışığı şey çok iddialı. tutsa, akıllardan silinmeyecek, eşe dosta uzun uzun anlatılacak bir anı çıkacak ortaya. bir de bu işin nikah masasında sonlandığını düşünemiyorum. torunları dizlerinin dibine toplanıp o hikaeyi bir daha, bir daha anlatmaları için yalvaracak. çöküşün heyecanı içlerinde pırpır edip tehlikenin yakınında ama ondan azade olmanın huzuruna karışır, alevlerin sıcağı yüzlerine vururken (eh anlatırken biraz süslemek lazım) pervasızca ilk öpüşlerine dalan bir adam ve bir kadın. aşkla tutuşmuş bir çatı. sıçrayan bir yangın. falan filan. tüm bunların gerçekleşmesi için gereken tek bir koşul var, o da kadının bu delicesine romantik girişime karşılık vermesi. vermeyice ortaya böyle bir yazı çıkıyor. gerçi arkadaşlara anlatılacak hikaye açısından pek bir ekslime yok D. cephesinde. olay aktarılıyor ama hevesli bir iç çekişten ziyade adi bir gülüşle sonlandırılıyor dinleyicisi tarafından. başladım yine kurmaya devrik cümleler.
ne diyordum? hah, benim de ilk anda infiale kapılıp güldüğümü itiraf etmem lazım. ama hemen kendime gelip düşüncelerime bir çeki düzen verdim. naçizane görüşüm, D'nin bu adamın düşünde kurduğu o sahneyi param parça ederek, kim bilir belki sanat dünyasına yeni eserler kazandırdığı (benim kıytırık yazım değil, adamın bu yıkımdan ilham alan, her kırık kalbin pürüssüzce özdeşleşebileceği muhtemel bestelerinden söz ediyorum), ama öte yandan romans dünyasında büyük bir boşluğa sebep olarak iyi bok yediğidir. ben adamın cesaretine ve hayal gücüne derin bir saygı duyarken D. bu yaklaşımı benimsemekte pek başarılı olamadı. o günden beri kendisiyle aramız bozuk. sinemya aşk filmi gelmiş, gidelim teklifimi de geri çevirdiğinden beri bu romantizm katiliyle aramdaki tek ilişki, hala tadilatı sürmekte olan ve bana tamiri mümkün olmayan bir gerçekleşmemişliği hatırlatmayı sürdüren bu yanık binanın önünden geçerken dolaylı olarak onu da yad etmemden ibarettir.

yirmialtı

25'i geçmenin en boktan tarafı, artık değişme ümidini yitiriyor olmak. bak hala yitiriyor diyorum, yitirmiş olacak doğrusu. 26'yla birlikte benim için artık büyük işler yapamayacağımı, dışa dönük bir insan olamayacağımı, daha kolay aşık olup daha kolay unutamayacağımı, kaygılarımdan arınamayacağımı, Le Guin'le tanışamayacağımı, Barselona'da yaşayamayacağımı, interrail yapamayacağımı ve burada anmayacağım daha bir çok şeyi kabullenmenin zamanı geldi. işin kötü tarafı bu durum bugüne dek yaptıklarımı da değersiz kılıyor bir şekilde. geri yansımalı. geçmişimle geleceğim arasında mal gibi duruyorum. hayat bir yandan akıyor. en çok da o rahatsız ediyor zaten. harekete geçmek, hayal kurmak için çok yaşlı, böylesi bir atalet içinse çok genç hissediyorum. şimdilik atalet kazanıyor. bu da böyle bir yaşmış demek.

Pazar

tren

dönüş yolunda trende önümdeki iki koltuğun arasından görünen çapraz dörtlü gruba bir kadınkız ya da kızkadın oturdu. önce dikkatli bakmadığım için bir kız olduğunu düşündüm fakat sonra gözüm takıldığında bir süre ayıramamama rağmen yaşına bir türlü karar veremedim. gözlerinin altı şişmişti ve kırmızıydı. çok yorgun bakıyorlardı. genelde bakmıyorlardı hatta. uyukluyordu. bu da bana zaman kazandırdı. küçücük, çok genç bir ağzı vardı. gözlerini ve ağzını bir kenara bırakırsak 20 ila 30 yaş arasında olabilirdi. ağzı onu 15 gibi gösterirken ara sıra araladığı gözleri 40'a çekiyordu. artık bir karar vermem gerekiyordu ve ben bu karmaşaya acının yol açtığında karar kıldım. genç görünen çok üzgün bir kadındı. uykusuzluk da vardı işin içinde. ağzının çocuksuluğunu da ağlama öncesi dudak bükme jestinin bir emaresi olarak sonuca bağladım. gene de gözünü her açtığında yaşlanıyordu. yaşsızlaşıyordu. benim onu yaş doğrusunda oturttuğum yerden kaçıp bambaşka bir noktaya konuyordu. gözlerinin beni yanıltmasına izin vermeyeyim diye burnunu bir gözden geçirip ağzını incelemeye daldım ben de yeniden. çok güzel olduğunu fark ettim bir anda. tuhaftı çünkü ağız o ana kadar sadece yaşını ele verecek bir uzuvdu. kadınların güzellikle beni çarpmasına da alışık değilim. zaten güzel olan kadınkız değil, ağzıydı. o kadar güzeldi ki neredeyse öpmek istedim. bu düşünce rahatsız edince burnuna yöneldim tekrar. özelliksiz, düzgün bir kuzey Avrupa burnuydu al tarafı. ama o gözlerin arasında başlayıp o ağzın üstünde biten burun da özelliksizliğini yitirdi kısa zamanda. sade bir köprü gibi iki ayrı kutbu birbirine bağladı. kızkadının yüzünün tamamını inceliyordum artık. yepyeniydi, güzeldi basbaya. ve çirkindi, üzgündü, yaşlıydı. çok zorlayıcıydı. kararsızlığım büyüdü. canımı çok sıktı. başımı yan tarafa çevirip orada oturan kıza kaçırdım bakışlarımı. 20'li yaşlarının başında kumral bir kız. yüz hatları sıradan ama düzgün. üzgün değil. kitap okuyor. uykusunu almış. şimdi böyle anlatınca bir anlamda kızkadının zıddıymış gibi duruyor. öyleydi de. yüzüne bakan kimsede karmaşa yaratmayacak biriydi. aşığı hariç. huzur veriyordu. tek kötü tarafı uyumuyor olmasıydı. oysa ben yeniden kadınkıza bakmamak için onu izleyebilmek istiyordum. bu istek kendi beğenisini yarattı. kızın düzlüğü, sıkıcılığı çok güzel görünmeye başladı. biraz değil, çok güzel. benim içim gene karıştı. bu sıradan bakıştan bir anda büyülenmeye dönüşen hale anlam veremedim. önümde oturan adama çevirdim hızla bakışlarımı. yüzünü göremiyordum. sadece profilinin yarısından azını. gene de bu dazlak adamın sert alın ve elmacık kemiklerinin çizgileri de çok, çok güzeldi. aslında değildiler ama öyleydiler. göz çukurlarının bitim noktasına dokunmak istedim. kaşlarının çizgisini parmaklarımla izlemek. dayanamadım, başımı sola çevirdim ve kendi yansımama baktım, ben de güzel miyim diye. benimkisi bildik bir çirkinlikti. tren çarpmasının sonuna geldiğimi anladım. başımı çevirip yorgun gözlerinin açmış kadınkıza baktığımda yaşının belirsizliği dışında dikkat çekici olmayan biri vardı orada oturan. kitaplı kızsa bu kadarından dahi yoksundu. önümdeki adamın hatlarının sertliği iticiydi. her şey olması gerektiği gibiydi.

Cumartesi

kare

bugün siyaset konuşma açlığımı babamla mailleşerek dindirdim ve bu olanağı daha önce kullanmadığım için kendime uyuz oldum. açılım konusunda Aysel Tuğluk'un R2'deki yazısını reel politika bağlamında istişare ettik. aynı fikirde olunca siyasi muhabbet iyi hoş da ben hala kimi zaman fikir ayrılıklarında çatışmaya engel olamıyorum. hadi, dürüst olayım. bu sadece siyasetle sınırlı değil. içimdeki düşünce tekilliği özlemiyle tutuşan "doğru"luk faşistini biri durdursun.


son olarak, küçük siyah bir karenin yüklendiği ve yüklediği anlamlar üzerine düşünelim yatmadan önce.

Perşembe

pat


çağrışım bu işte, kemiği yok. ben satrançta patı hiç anlayamadım. bir oyuncu hareket edemeyeceği noktaya kadar sıkıştırılıyorsa bu neden beraberlikten sayılır? hareket edemeyecek noktaya gelene kadar sıkışmak marifet mi yani? kazananın olmadığı oyuna oyun diyebilecek bir insan olsaydım belki işler daha kolay olurdu. satrancı da oldum olası sevmedim zaten. yalnız dedemin sararmış beyaz plastikten kutusunda duran oyma satranç takımını hızla ters çevirip taşımakta zorlandığım devasa tahtasının üstüne dökmeyi severdim. sesle ilişkili bir durum daha ziyade. lego leğenini boşaltırken çıkan çağıltılı hışırtının iki gömlek üstü. olsa da döksem.

Çarşamba

pata

öfke patlayabilen bir şeydirmiş. içimde büyümesinden hissedebiliyorum. bir sınırı var. ona gelip dayanınca patlayacak. kimsenin üstüne sıçramasa bari. Rana Alagöz'den geliyor... patapat.

Pazartesi

yatak döşek

can sıkıntısı olsa keşke derdim. bazen hakkaten sadece bundan mustarip olduğum yanılgısına düşüyorum. oysa benimkisi başka. ne yapacağını bilememek diye geçiştirelim şimdilik. ya da aylaklık.
bilmezlik haliyle Almanca şiir falan okumaya başladım ben. çok ilkel bir ilişki kurmanın rahatlığı sindi üstüme. anlayamamam, temas edememem son derece doğal. sırf bu yüzden okuyorum zaten. elimden gelmeyenin gelmemesini meşrulaştırabilmek için.
Carl Sagan girdi hayatıma. iyi de oldu. kamera karşısında kurguya rağmen işine dair heyecanını bu denli dolayımsızca yansıtabilen birini izlemenin tadını çıkartıyorum. kim bilir belki çocukluğuma denk getirebilseydim ben de bilimci olmak isterdim. artık çok geç. zaten (bu ara) ben her şeyi istiyorum. istemeyi bırakınca uzayda bizim dışımızda canlı türleri aramanın ve iletişim kurma hayallerinin merak dışındaki olası motivasyonları üzerine falan düşünüyorum. koskoca seti programını iletişimsizliğimizin reddine indirgeyecek kadar ileri gittiğim oluyor.
başlayıp bitiremediğim kitapların sayısı kaçı buldu bilmiyorum. ipin ucu kaçtı. ben de bir oradan bir buradan okumaya devam ediyorum. karyolamın başı, salkım saçak kitap doldu. kafama düşecekler uyurken bir gece ve ben aydınlanacağım.

répété

çamaşır makinemiz yok. uzaklara gitmem lazım. çamaşırları bir ikea torbasına dolduruyorum. evden çıkmadan bir sigara sarıp dudaklarımın arasına yerleştiriyorum. anahtarı cebime atıp atmadığımı kontrol edip kapıyı çekiyorum arkamdan. merdiven boşluğundayken yakmak istiyorum sigarayı. ilk kibrit yanmıyor. alevleniyor da sönüveriyor hemen. bu ilk kibriti ters çevirip kutusuna geri koyuyorum ve bir yenisini alıyorum. bu sefer yanıyor sigara. filtre hafif ıslandığından ilk nefes zor geliyor. sigara yakışlara gidiyor aklım. apartmandan dışarı çıkıyorum ve henüz kaldırıma adımımı atmadan yanıma deterjan almadığımı fark ediyorum. anahtar, apartman kapısı, sigarayı eve sokma, oradaki kül tablasına bırak söner o zaten, ev kapısı, banyo kapısı. lüzumlu miktardaki deterjanı küçük bir torbaya aktarıyorum. ikea torbası yeterince ağır. her şeyim tamam olunca anahtarı cebime atıp amadığımı kontrol edip kapıyı çekiyorum arkamdan. merdiven boşluğunda bırkatığım sönmüş sigarayı yakmak istiyorum. ilk kibrit yanmıyor. alev almıyor ucuz kibrit. ters çevirip kutusuna geri koyuyorum ve bir yenisini alıyorum. bu sefer tutuşuyor. filtre hala ıslak olduğundan ilk nefes gelmek bilmiyor. sigara yakışlara gidiyor aklım.

Pazar

wirsing incident


bugün ben wirsing denen şu yukarıdaki lahana bozması sebzeden zeytinyağlı sarma yapmaya çalışırken ortaya çıkan şeyin ne yazık ki başka bir tarifi yok. yemek portfolyomda kara bir leke olarak kalacak bu. neyse ki kimsenin bundan haberi olmayacak.

aynı adlı romanlar

ben çocukken (artık pek de küçük bir çocuk değilken bile) "aynı adlı romandan uyarlanmış" lafını her duyduğumda "aynı" adlı bir romandan söz edildiğini sanır, bu kadar çok yazarın romanlarına aynı ismi vermesine şaşardım dururdum. edebiyatın kol(l)ektifliğine ilişkin bir fikrim yoktu. gerçi hala pek net bi fikrim yok. ama anlamlı bir yanlış anlama olduğuna inanmak istiyorum. geleceğimde edebiyat üzerine düşünmenin yerini ima eden bir salaklık.

Cumartesi

how to write your own moral code while you sleep


on emri düşünüyorum. kendi davranış kodlarını yenilemeye çalışan biri için başvurulacak çok değerli bir kaynak. ilk dört madde, kendi temelini güçlendirmesi açısından oldukça iyi düşünülmüş. etik kodumuzun yardımıyla çözemediği sorunlarla karşılaştığımızda geçerliliğini sorgulama eğilimimiz dikkate alınmış. oysa on emre bakınca ne görüyoruz? şüphe edilemez bir kesinlik. sorun kodda değil, bizde. diğer maddeler insan ilişkilerini düzenliyor. çok yalın bir şekilde hem de. satır aralarına değinmeye gerek yok. gerçi sonradan bir takım yardımcı kaynaklar da üretilmemiş değil ama işin özü burada saklı. biraz sınırlayıcı olduğunu kabul etmek lazım. ama ne de olsa sınırları aştığımızda - biz kendimizi biliyoruz - dahi kendini yargılamanın haşin rüzgarlarından, yanlış bir şey yapmış olmanın kesinliğinden doğan kuytuya sığınarak saklanabiliriz. sorgulama zorunluluğudan azade olmanın dayanılmaz hafifliği. gerçi ben sanırım biraz daha farklı bir şeyler aramaya devam edeceğim. gene de yalın anayasa bağlamında on emir yapısı bakımndan bir örnek olarak alınabilir. hem Charlton Heston nasıl da sıkı sıkıya sarılmış öyle tabletlere, insanın benimseyesi geliyor. bende hazır yazılmışı var der gibi.

hamiş: internette aç karnına uykulu gözlerle dolaşırken karşıma sürekli uykuda nasıl kilo verebileceğime dair ilanlar çıkıyor. ilahi bir işaret mi bu yoksa?

Cuma

lazım


ingilizce öğrenmem lazım. eldeki yetmiyor. pope'un eloisa'nın kaleminden döktürdüklerini anlayabilmem için elzem.

Çarşamba

ben sigara içerken

ben sigara içerken camın öte tarafından bir örümcek sarkıyor. ben aklımda örümceği eziyorum. yıllarca ağlıyorum örümcek için sonra.

pencerem sarı bağlar

kendimle birlikte yatağa gömmediğim sürece bilgisayarım cumbamın pencere pervazlarına oturtulmuş tahta plakanın üzerinde duruyor. her hava koşulunda dezavantajlı bir nokta aslında burası. yazın, güneydoğuya bakan cumbanın üç penceresinden tüm gün boyunca ekranı görmemi engelleyen güneş ışığı doğrudan yüzüme vuruyor. kışın ise cumbanın altı boş olduğundan ve her ne kadar eski stilde çift kat camlı olsa da Almanya koşullarında aşırı büyük kalan pencerelerimden feci bir soğuk sızıyor. ayaklarımı ya bağdaş kurup ya da dizlerimi karnıma çekip yerle temastan kurtarmak, bir de battaniyeme sarınmak kaydıyla burada barınabiliyorum şimdilik. bir iki ay içerisinde bu artık mümkün olmayacak. ama burası hülyalı bir köşe. belki de şu sıralar benim için pek de uygun değil ama ben gene de burada oturmaktan vaz geçemiyorum. iki sokağın kesiştiği noktaya bakan büyük pencereme tutturduğum hint ipeğinden mor bir örtü yetişebildiği kadarını kapatıyor. kar yağdığında onu kaldıracağım ve sabahın köründe arabalar yoldaki kar örtüsünü bozmadan önümdeki açıklığın sunduğu kocaman beyazın keyfini çıkartacağım. bu keyfin bir diğer koşulu yeniden gitar çalışmaya başlayıp sabahları 5.30'da kalkma alışkanlığıma geri dönmek. şimdi, bir yandan çeviri yapar, bir yandan Carl Sagan'ın 30 yıllık Cosmos'unu izler, bir yandan da dün gece gördüğüm rüyayı düşünürken, ya da aslındahiç birini adam gibi yapamazken ara sıra kafamı çevirip sağ penceremden görünen manzaraya bakıyorum. on dokuzuncu yüzyıl sonu ya da yirminci yüzyıl başlarında iki farklı stilde yapılmış (mimari konusunda bilgim bununla sınırlı işte) sarı tonlarında iki binayı görüyorum. ön cephesini görebildiğim daha bir süslü püslü olanının bir kısmı köşede birleşen pencere çerçevelerimin ardında gizlenip geri kalan kısmı büyük pencereme doğru taşıyor. onu zaten pek önemsemiyorum. benim asıl sevdiğim yan cephesiyle yetinmek zorunda olduğum daha rüstik olanı. iki buçuk katlı bina bakımsız, kimi yerler yeniden sıvanmış ve boyanmamış. önündeki çatısına kadar yükselen ağacın sol yarısı bana bakıyor. ne ağacı bilmiyorum. henüz yeşilini tam kaybetmeden sararmış yapraklarıyla bu iki binanın arasında büyümüş diğer ufak tefek çalı ve ağaçlarla beraber, iki binanın sarılarını daha da bir kuvvetlendiriyor. sağım sarı. belki fırtına çıkar diye ümitle bekliyorum. karanlık bulutların arkasından kış güneşinin zayıf ışık huzmeleri düşer belki. bir keresinde yakalamıştım ya da denk gelmiştim diyelim. o anı hayal meyal anımsıyorum ve cumbamda uzun uzun oturup ışığı daha iyi bellemediğim için kendime kızıyorum. oysa o anda yapacak, tadına varılacak başka şeyler vardı. şimdi ise sadece arasıra durup yeniden başlayan sevimsiz bir yağmur ve sevimsiz bir ışık var. sarı güzel gene de. mor örtünün çizdiği sınırın karşısına bulutların koyu mavi çerçevesi belki gelir belki gelmez. gelse de güneş kendine o lacivertin arasından belki bir yol bulur, belki de bulamaz. şimdilik sarıyla idare etmeli.

Pazartesi

kuyu

bir hobiye ihtiyacım var. başarısızlık (başarı değil evet, öncelikli motifimiz başarısızlık) derdi olmadan, bir zorunluluk halini almadan, sırf canım istediği için yapabileceğim bir şey. hobinin tanımı neyse ondan işte. fakat elimi attığım her şeyi bir kaygı unsuruna dönüştürme becerimle ben endişenin midasıyım. kulaklarım eşek kulakları.

herr m

duyusal analiz dersi hocamız nev-i şahsına münhasır bir insan. her applesever gibi bu kuruluşu daha da zengin etmek için canla başla didinme ve müzik teorisi hocaları arasında nadir görülen bir sendrom olan gitar çalma dışında hayatla ilgili tercihleri konusunda pek bir fikrim yok. dolayısıyla onu tanımlamaya çalıştığımda ön plana çıkan uzun saçlı şaşı bir albino oluşuyla dış görünüşü oluyor. o şekilde kayıtlı tanımlı insanlar merkezinde. aslında bu tanımın onu gerçek anlamda tanımayışımla ilgili olduğuna inanmak ve inandırmak istediğimden ancak başta böyle bir şerh koydktan sonra dış görünüşünün (tam bu noktada kullanmak istdiğim almanca sözcüğü türkçeye kötü bir şekilde çeviriyorum maalesef) gözardı edilemezliğinin bu kadar belirleyici olduğunu söyleyebiliyorum. ve aslında gelmek istediğim noktadan çok uzaklara atıyor beni bu politik doğruculuk/vicdani sahtecilik. aslında yapmak istediğim şuydu:

duyusal analiz dersi hocamız nev-i şahsına münhasır bir insan. Uzun saçlı, şaşı, her applesever gibi bu kuruluşu daha da zengin etmek için canla başla didinen ve müzik teorisi hocaları arasında nadir görülen bir sendrom olan gitar çalmadan muzdarip bir albino kendisi. belki tam albino değil de bir tür pigment deformasyonu var. ama şaşılığı su götürmez. derslerde anlatanın yüzüne bakmadığında hemen dikkati dağılan ben, bana mı, yoksa sınıftaki diğer 3 kişiden birine mi, ya da camdan dışarı mı baktığını anlayamadığım bu adamın dersinde önümdeki nota kağıdına ya da tahtaya bakıyorum mümkün mertebe. bana hitaben bir şey söylediğinde gözlerinin açısını aklıma kazımaya çalışıyorum ki, diğer zamanlarda da nereye baktığını anlayabileyim. ama anlayamıyorum çünkü yüzüne her baktığımda o her yere birden bakıyor. ilahi bir gizem, katlanılamaz bir yoğunluk (acab erkekler şehla kadınları beğenir efsanesinin kökeni, bu genellikle içe dönük açı bozukluğunun belli bir dereceyi aşmadıkça bakışlara kattığı katlanılabilir yoğunluk mudur diye düşünüyorum bir yandan). Ama neyse ki içimizden birine hitap edeceğinde ismimizi söylüyor (ve sonunda gelmek istediğim noktaya varıyorum). Ama bunu da kendine has bir şekilde yapıyor. hibon ya da frau hibon olarak değil de soyadlarımızın baş harfiyle kayıtlıyız onun tanımlı insanlar merkezinde. bu da beni frau k. yapıyor ister istemez. ve ben derste bana her seslenişinde kendimi bir kafka romanında hapsolmuşum gibi hissediyorum. hocamsa bana bu gerçeği hatırlatmakla görevli bir diğer roman kişisi gibi geliyor. iki saatin sonunda sınıfı terk ettiğimde dünya biraz daha az boğuyor beni çünkü kafka'nın üzerime boca ettiği tüm kasveti ve ataleti o anda yolda büyük adımlarla ilerliyor olmanın ardına itebiliyorum. yanımdan geçen ve bir anda koluma girip beni varlıklarının karanlık zindanına tıkmaya çalışmayan her insan -çünkü sokakta karşılaştığım ilk insandan başlamak üzere insanların sayıları arttıkça azalan korkulu bir beklenti bu- benim biraz daha dik yürümemi sağlıyor. pazartesilerim böyle. işe ol sebebptendir ki ben şimdi o dersin ödevlerini yapmak yerine bu yazıyı yazıyorum. hatta yazdım, bitti.