Cumartesi

sislipus


sabah soğuğunda kendini hayalet şehrin sokaklarına atmak diriltici. sisle birlikte yalnızca soğuk insanın içine işlemiyor, bir hafta sonu çok erken bir saatte kış güneşinin henüz doğru düzgün aydınlatamadığı sokaktaki eser miktardaki insanın varlığı ve kendi kendilerine yanıp sönen işlevsiz trafik lambaları da bir başka dramatik boyut kazanıyor. şehrin tükenmek üzere olan soluğunun soğuk havada bıraktığı su buharı gibi. ve biz, sokaklardaki bir kaç insan ve ben, ölmeye çoktan karar vermiş bir kenti inatla ya da ümitsizce diriltmeye çalışıyoruz. uykudan uyandırmak değil bu, basbaya diriltmek. inanmak için burada olmak gerekiyor. ama şimdi sıcak odama geri dönmüşken bana bile gerçek görünmüyor artık her gün yeniden ölen bu şehir.

Cuma

beyaz





- Mikolaj, hepimiz acı çekeriz
- Evet, ama ben daha azını istiyorum

Perşembe

Schiller Sokak'tan sağa dön tam karşında




bugün eski bir dergide Schiller'den bir alıntıya denk geldim. bir kenara not etmediğimden aklımda meali kalmış. 'gerçek bir sanatçı olamayacaksam hiç olmayayım daha iyi' diyor, tabii ki benim kaba çevirimin yansıtamadığı bir incelikle. ama işte neticede bu kadar basit bir şey söylüyor. kestirip atarcasına. ben şimdi böyle alakasız bir yerde okuduğum bir alıntı üzerine laf kalabalığı yapıyorum ama yaşasın bağlamından koparmak. Schiller okumadım ben. üç senedir Weimar'da yaşayan biri olarak utanmadan söylüyorum. evinin önünden geçmek ya da Almanya'nın en önemli yazarlarından biri olması bana yetmiyor. bana dokunan bir referansı olmalı, henüz o eksik. ya da işte bu alıntı en azından sanat ve sanatçılar üzerine yazdıklarını okuma isteğinin içimde kıpırdanmasını sağlıyor. çünkü gerçek bir sanatçı derken neyi kastettiğini bilmek istiyorum. hatta gerçek olmayan ama sanatçı olandan kastının ne olduğunu da bilmek istiyorum. neden isiyorum? yapmaya çalıştığım ve kendimi hiç de başarılı hissetmediğim işimde sanata dair bir şeyler aranıp duran, oturacağı yere yerleşmeden dört dönen ıslak bir köpek gibiyim de ondan. bir türlü yerleşemiyorum. hop oturup hop kalkıyorum. sonra tam çalışma arasında elime aldığım dergiden Schiller bana "gerçek sanatçı olmak" gibisinden densiz bir bildirimde bulunuyor. şu anda Almanca konuşlan topraklar üzerinde Schiller'e en nahoş gözlerle bakan benim. çünkü yarama tuz basıyor. bir de açıklama yapmadan. yoluma taş koyuyor çok ihtiyacım varmış gibi. seni sevmiyorum Schiller. okursam da sevmemek için okuyacağım haberin olsun.

iki küçük ayrıntı: bize göre sağda duran Schiller. aslında yanında babacan bir şekilde duran Goethe'den bir baş kadar uzun, bir on yaş da daha gençmiş fakat heykeltraş bu iki büyük Alman şairini birbirine denk koşmayı tercih etmiş ya da ettirilmiş.

hadi

önce eline yüzüne bulaştır, çekinme. çünkü istemesen de bir noktada bulaşacak zaten. sonra, artık yapacak bir şey kalmadığını gördüğünde kendine acıma zamanı gelecek. buna da karşı koyma boşuna. onu da yapacaksın nasılsa. direndikçe daha uzun bir sürece yayılacak. dibine kadar acı. sakın ola ki kasıtlı acı verme. istemesen de yeterince veriyorsundur zaten, gerekirse bununla avun. kurmaya başladığında en kötüyü kur. çünkü kızgın olma zamanı geliyor. öfkeni söze dök, dişlerinin arasında ezme. ne kadarını dışarı atsan kardır. kendine karşı olan midene oturacak uzun süre nihayetinde. sen kendi bedeninle, fiziksel acınla uğraşırken aklın boşalacak. durulacak. her şeyi anladığın hissiyle dolacaksın. hayata dair bir şeyleri fark etme sanrısı. meshe gibi zamanın merkezinden geçmişe ve geleceğe bakarak sakin göz yaşları dökmenin sırası. her şeyin olması gerektiği gibi oldğunu, bu gerçeklikte başka bir olasılık olmadığını kabullenmeye en yaklaştığın anda isyan seni gene saracak. nefretin kendine yönelince şaşırma. çünkü hayata yırtınmak, kendine verdiğin acı kadar dahi sonuç vermeyecek, bileceksin. ve sonra her yönden her yöne esen, hatta yönü olmayan bir rüzgar olacak öfken. ta ki kaynağını bulup taşlaşarak seni tıkayana kadar. sen de taş ol, kıpırdama. hareket ettikçe ufalanıp dökülürsün. çıkan her yakınma sözü senden ve samimiyetinden bir parçayı götürür. ama eski senden geriye kalanlarla idare etmek zorundasın. elinde kalanların dökümünü yaparken zaten başa döneceksin. ve tekrar tekrar döneceksin. her dönüşünde kaldırdığın kabuğun altından hüzün akacak. bildik bir duygu. kendinden gelen. başka kimseyle alakası olmayan. gerisini sorma, ben de bilmiyorum.

Pazar

linux



niyet ettim kollektif programlama fikrinin bende uyandırdığı heyecanın yüzü suyu hürmetine linux kullanmaya. ama önce öğrenmem lazım. ki bu zorunluluk, süreci sekteye uğratabilir. zira tembelim. ya da belki sennett'in beni biraz daha motive etmesi için kitabımın başına dönmeliyim. kitapların yan etkileri her zaman hayırlı olmayabiliyor. ama bu sefer ümidim var.

Çarşamba

truvoyaj



geri dönüşü nasıl tanımlayalım? ya da önce "geri"yi. duraklıyorum ve yazarken geçen süre her ne kadar buraya yansımasa da önemi yok, pes ediyorum. bence olmayacak, tanımsız kalsın. anlam da yüklemeyelim. aslolan yolculuk olsun. başka yerde olmak olsun. yok, aynı yerde kalmamak olsun. bu kadarı yetsin. maksat resimaltıyazısı. yazıüstüresim numarasına gerek yok. hem resim şahane zaten yeterince.

nice to see you