Pazartesi

heavy hearts

hayatta görüp göreceğim en yaralı, en öfkeli, en en duygu yüklü bakışlardan biri. saat dört yönünde odayı yararak ilerliyor. önünde hiç-bir-şey duramaz. ağızlarını tıka basa yemekle doldurmakta olan diğer insanlar. ben hiç duramam. ama ben önünde değilim zaten. beni merkeze alalım, hiç değilse kendi anlatımda. on iki, bir renk cümbüşü. yeşil, sarı, hiddetle büyümüş gözlerin akı. kabarmış damarlarla mor çizgilenmiş kırmızı bir alın. neyimiz eksik? mavi. o da benim bunları yazarkenki ruh halimden naşi.
muhatabı olmadığım bu bakışla ben nasıl hiçleşirim? pek de güzel. hem de en güzelinden. odayı dolduran defalarca kızarmış yağın ağır kokusuna karışabilirim buharlaşıp. üzerinde oturduğum pufun en orta yerindeki düğmenin kırmızı suni deriye tutturulduğu ipin geçtiği delikten usulca kayabilirim. orada pufun üzerinde öylece oturmaya devam edebilir ve çaresizlikten yukarı doğru çatılan kaşlarımın arasındaki yarığın içine çekilmeye devam edebilirim. ya da çıkıp gidebilirim.
en güzeli gitmek olsa gerekti. bakışsızlıkla hiçleştiğim kadar giderek varlaşabilirdim gibi. aklımı ruhumu orda bıraksam da bedenim kurtulurdu. beden ve irade olduktan sonra daha ne ister ki insan? Agilulfo Emo Bertrandino bu kadarına bile sahip değildi ya, gene de na-vardı!
en azından gerçekten tutacak bir elim olurdu şimdi. o menzil dışılığı ne silebilirdi? ölüm mü, ayrılık mı, aşk mı, unutmak, hastalık mı, hah alzheimer mı mesela? başka menziller mi? vadeli vaatler silemezdi mesela. konuşmak, yazmak? duygu yükünün doğru tartımı. en ucuzundan en özldeşleşilesine -ki ilki ikincisini dışlamazdı- şarkılarla bezeli doksanlık kasetler çekilebilinirdi üstüne belki. okumak var sonra, çalışmak. kendine acımanın parodisi. ya da hiç işte. yokluk mokluk. yitim.