Özgür Özel: “Oyunu bize ver” diyen kişi bugün AK Parti'ye geçti
-
İstanbul kongresi davasındaki ses kaydını da hatırlatan Özel, "Sana para
verelim, oyu bize ver" diyen CHP'li Belediye Meclis Üyesi'nin bugün AKP'ye
geçtiği...
Pazar
caution: don't pity yourself
parmağımı, eğer bu son eylemim ölümle sonuçlansaydı Darwin ödülü için yarışabilecek bir şekilde kesince bedenimde açıverdiğim yarıktan hemen değil, ancak durumu algılayıp acısını duymaya başlamamla birlikte muhteşem bir kırmızı fışkırıyor. sanki ben bakmasam, şaşırmasam kanamayacak. öte yandan böylesi yılmaz, kararlı, böylesi dinmek bilmez bir atılım, hem de benden, bana ait bedenden. üstelik en kırılgan, en kendi halinde, en vasıfsız parmağımı kesmişim. biraz ileri gitsem ikinci bir Django Reinhardt olabilirliğimin fantazisine kaptırıvereceğim bak şimdi kendimi (mendil bulmaya çalıştığım dolabın önünde iki gündür yerde dağılmış bir şekilde duran siyah beyaz Köln Concert'ın kapağına damlayan kanın estetiği başka neyin işareti olabilir ki?). oysa şu haliyle cazibesi kalıcılıktan yoksun. madem gelip geçici, ben de bu kırmızıya bir son veririm diyorum. parmağımı başımın üstüne kaldırınca bir an duraklıyor kanama. bir mucize! bir felaket. ah, ancak dışarı çıkıp yüzünü gösterdiğinde bedenimi doldurduğunu idrak ettiğim o kan, damarlarımda başımın azıcık üstüne kadar bile tırmanamıyor. ah, kalbim çarpmıyor. hep aşksızlıktan. bir uzvun yokluğunun müziğime katacağı saygınlıktan mahrum kalışımın üstüne şimdi bir de bu acı gerçeğin yüzüme çarpılmasını fırsat bilip üzülebilirim.
Çarşamba
karşılaştırmalı karşılaştırma
iki liralık

bir sopalık

(fotoğrafların ilki 14 Kasım tarihli Radikal'de yayınlanan Yıldırım Türker yazısından, ama halihazırda diğer gazetelerde medarı iftiharımız olarak yüksek tezahüratla geniş yankı bulmuş. ikincisi birdirbir'de Fevzican Abacıoğlu tarafından nakledilmişti)
bir sopalık

(fotoğrafların ilki 14 Kasım tarihli Radikal'de yayınlanan Yıldırım Türker yazısından, ama halihazırda diğer gazetelerde medarı iftiharımız olarak yüksek tezahüratla geniş yankı bulmuş. ikincisi birdirbir'de Fevzican Abacıoğlu tarafından nakledilmişti)
Pazar
31 ekim 2010
sevgili Martin,
doğrudan konuya giriyorum zira an itibariyle yorgun ve sinirliyim. biliyorsun ki yaptığımız her seçimin ve gerçekleştirdiğimiz her eylemin sonuçları beklentilerimizi aşan boyutlar kazanıyor. ben de biraz senin icraatlarınınkilerden söz etmek istiyorum işbu mektubumda. seni, başlattığın ve günümüzde reformasyon olarak belli bir döneme adını veren sürece yönelten motifleri bir allahsızın elinden geleceği kadar anlıyor ve fakat bunun dışında konuya ilişkin pek derin fikirler ve hisler beslemiyorum. daha doğrusu beslemiyordum. oysa şimdi geriye dönüp bu beş asırlık sürece baktığımda bugünümü zehir eden olayların nasıl da kaçınılmaz olarak birbirini tetikleyerek geliştiğini görebiliyorum.
kendi hayatımda özellikle son dönemde katolik çileciliğinin etkilerini hissetsem de elbette protestan ahlakının oyduğu derin izler daha uzun bir vadeye dayanıyor ve hayatımı daha katı bir şekilde yönlendiriyor. gerçtiğimiz dört yıl içerisinde oylum oylum selvi boylum sevgili Martin. beni şimdi işin kapitalizm boyutuna sokma ama virtüözite denen illetin 19 yüzyıl başında ortaya çıkması bana pek masumane görünmüyor şu anki bakış açımdan. enstrüman çalımının tekil olarak satın alınabilir bir eylem haline gelmesi desek buna eğer ki, o zaman günümüz koşullarında "vahşi virtüözite"den de bence söz edebilirim ben burda.
"vahşi virtüözite" konusunda anlaştığımıza göre gelelim bunun diğer tüm müzik yapıcıları gibi hibon kişisi üzerindeki etkilerine. yaşı kemale ermiş ve hala mektepli olan müzik işçilerinin hali hazırda üzerlerinde bulunan baskı, hibon kişisinde bir de bitirme konserini 2 ay öne çekmek zorunda kalmasıyla pekişmiştir. bir nevi müzikal kurtuluş/kutsanma olacak bu konsere yönelik gelişen zamansal kısıtlama cennete kabul için yerine getirilmesi gereken kriterlerde herhangi bir değişikliğe izin vermez. zira her zaman için bu kriterleri sözkonusu süre içerisinde yerine getirebilecek sözde esnek özde katı mı katı bu çalışma koşullarını dayatan diğer müzikçiler bululnmaktadır ve akademik ortamdaki yansımalarını bulan piyasa koşulları da durumun bireysel ölçekte değerlendirilmesine izin vermez. kısa zamanda daha çok, daha çok çalışmak, uf var ya 200'de falan tremolo çalmak, çalarken de takla atabilmek zorunlu hale gelir.
işte bu bizzat ben kendim olan hibon kişisi pazar sabahı bu motivasyonla (nasıl seninkiler kadar olmasa da fena değilller değil mi Martinciğim) sıcak yatağını gün ağarmadan terk edip henüz otobüslerin bile haftanın sonuna tekbül eden bu günün bu saatinde o can sıkıcı yokuşu tırmanmayı redderek varmadığı ve her gün orada çalıştığından ve daha iyi ve daha çok çalıştığından ve çalışmak zorunda olduğundan pek sevgili müzik aletinin bir dolapta kilitli durduğu okuluna yollanır. buraya kadar mutlu değilse de en azından ilahi kurtuluş umuduyla mutsuz da sayılamayacak bir hikayesi var hibon müzikal kişisinin.
ama Martin -kader değil- sen ağlarını örmüştün. beni dolaylı olarak mahkum ettiğin bu çalışma ve artık emek ve enerji üretme ve biriktirme kısır döngüsünde herhangi bir sorun görmüyor olabilirsin. gerçi ben görüyorum da ne oluyor? görmezden geliyorum. fakat senin bu reformasyonunun, katolik kilisesinin çürümüşlüğünün de katkısıyla geniş yankı bulmuş olması günümüzde, yukarıda sözünü ettiğim ilksel sonuçlarını baltalayan başka toplumsal ve hatta devletler nezdinde kurumsallaşmış sonuçlar da doğurdu. bunlardan biri de şu tam çalışmalık güneşli sonbahar gününün, kiliseyi pek güzel reforme ettiğin (alkış) ülke ve eyalette resmi tatil günü olması. ve bundan bihaber ve biçare benim sabahın köründe önce kapıda kalmam, sonra okul durağına gelmeyen otobüse yetişmek için 6.5 dakikada bilmemkaç yüz metreyi koşup, muhtemelen işini zamanında ve layıkıyla yapan ve tanrının cennetlik kullarından olan protestan bir otobüs şöförünün kaptanlığındaki aracı kaçırmam ve eve kadar 48 dakika boyunca sırtımda tüm günlük kumanyamın bulunduğu (bana öyle bakma, ben iştahlı bir insanım Martin) çantayla yürümek zorunda kalmam.
şimdi yanlış anlama; reformasyona ve milyonlarca insan tarafından kabul edilen protestanlığın yaygın olduğu laik ama toplumun geniş kitlelerinin, yani en azından elli yılı aşkın süredir burada yaşayan vatandaşlarının inanç ve ibadet gerkliliklerinin gözönünde bulundurulduğu ülkelerdeki sonçlarına ilişkin geniş resme hibon ayrıntısını eklerken bu ayrıntı üzerinden seni suçlamaya falan çalışmıyorum. gerçi her büyükişyapanadam gibi eleştiriye açık olmanı gerektirecek pek çok meselen varken ben şu durumda yalnızca olan biteni bilmeni istedim. artık bildiğine ve daha fazla muhattap olmamızı gerektiren bir durum olmadığına göre de mektubuma burada son veriyorum.
protestanca ahlaklı hibon
mani:
doğrudan konuya giriyorum zira an itibariyle yorgun ve sinirliyim. biliyorsun ki yaptığımız her seçimin ve gerçekleştirdiğimiz her eylemin sonuçları beklentilerimizi aşan boyutlar kazanıyor. ben de biraz senin icraatlarınınkilerden söz etmek istiyorum işbu mektubumda. seni, başlattığın ve günümüzde reformasyon olarak belli bir döneme adını veren sürece yönelten motifleri bir allahsızın elinden geleceği kadar anlıyor ve fakat bunun dışında konuya ilişkin pek derin fikirler ve hisler beslemiyorum. daha doğrusu beslemiyordum. oysa şimdi geriye dönüp bu beş asırlık sürece baktığımda bugünümü zehir eden olayların nasıl da kaçınılmaz olarak birbirini tetikleyerek geliştiğini görebiliyorum.
kendi hayatımda özellikle son dönemde katolik çileciliğinin etkilerini hissetsem de elbette protestan ahlakının oyduğu derin izler daha uzun bir vadeye dayanıyor ve hayatımı daha katı bir şekilde yönlendiriyor. gerçtiğimiz dört yıl içerisinde oylum oylum selvi boylum sevgili Martin. beni şimdi işin kapitalizm boyutuna sokma ama virtüözite denen illetin 19 yüzyıl başında ortaya çıkması bana pek masumane görünmüyor şu anki bakış açımdan. enstrüman çalımının tekil olarak satın alınabilir bir eylem haline gelmesi desek buna eğer ki, o zaman günümüz koşullarında "vahşi virtüözite"den de bence söz edebilirim ben burda.
"vahşi virtüözite" konusunda anlaştığımıza göre gelelim bunun diğer tüm müzik yapıcıları gibi hibon kişisi üzerindeki etkilerine. yaşı kemale ermiş ve hala mektepli olan müzik işçilerinin hali hazırda üzerlerinde bulunan baskı, hibon kişisinde bir de bitirme konserini 2 ay öne çekmek zorunda kalmasıyla pekişmiştir. bir nevi müzikal kurtuluş/kutsanma olacak bu konsere yönelik gelişen zamansal kısıtlama cennete kabul için yerine getirilmesi gereken kriterlerde herhangi bir değişikliğe izin vermez. zira her zaman için bu kriterleri sözkonusu süre içerisinde yerine getirebilecek sözde esnek özde katı mı katı bu çalışma koşullarını dayatan diğer müzikçiler bululnmaktadır ve akademik ortamdaki yansımalarını bulan piyasa koşulları da durumun bireysel ölçekte değerlendirilmesine izin vermez. kısa zamanda daha çok, daha çok çalışmak, uf var ya 200'de falan tremolo çalmak, çalarken de takla atabilmek zorunlu hale gelir.
işte bu bizzat ben kendim olan hibon kişisi pazar sabahı bu motivasyonla (nasıl seninkiler kadar olmasa da fena değilller değil mi Martinciğim) sıcak yatağını gün ağarmadan terk edip henüz otobüslerin bile haftanın sonuna tekbül eden bu günün bu saatinde o can sıkıcı yokuşu tırmanmayı redderek varmadığı ve her gün orada çalıştığından ve daha iyi ve daha çok çalıştığından ve çalışmak zorunda olduğundan pek sevgili müzik aletinin bir dolapta kilitli durduğu okuluna yollanır. buraya kadar mutlu değilse de en azından ilahi kurtuluş umuduyla mutsuz da sayılamayacak bir hikayesi var hibon müzikal kişisinin.
ama Martin -kader değil- sen ağlarını örmüştün. beni dolaylı olarak mahkum ettiğin bu çalışma ve artık emek ve enerji üretme ve biriktirme kısır döngüsünde herhangi bir sorun görmüyor olabilirsin. gerçi ben görüyorum da ne oluyor? görmezden geliyorum. fakat senin bu reformasyonunun, katolik kilisesinin çürümüşlüğünün de katkısıyla geniş yankı bulmuş olması günümüzde, yukarıda sözünü ettiğim ilksel sonuçlarını baltalayan başka toplumsal ve hatta devletler nezdinde kurumsallaşmış sonuçlar da doğurdu. bunlardan biri de şu tam çalışmalık güneşli sonbahar gününün, kiliseyi pek güzel reforme ettiğin (alkış) ülke ve eyalette resmi tatil günü olması. ve bundan bihaber ve biçare benim sabahın köründe önce kapıda kalmam, sonra okul durağına gelmeyen otobüse yetişmek için 6.5 dakikada bilmemkaç yüz metreyi koşup, muhtemelen işini zamanında ve layıkıyla yapan ve tanrının cennetlik kullarından olan protestan bir otobüs şöförünün kaptanlığındaki aracı kaçırmam ve eve kadar 48 dakika boyunca sırtımda tüm günlük kumanyamın bulunduğu (bana öyle bakma, ben iştahlı bir insanım Martin) çantayla yürümek zorunda kalmam.
şimdi yanlış anlama; reformasyona ve milyonlarca insan tarafından kabul edilen protestanlığın yaygın olduğu laik ama toplumun geniş kitlelerinin, yani en azından elli yılı aşkın süredir burada yaşayan vatandaşlarının inanç ve ibadet gerkliliklerinin gözönünde bulundurulduğu ülkelerdeki sonçlarına ilişkin geniş resme hibon ayrıntısını eklerken bu ayrıntı üzerinden seni suçlamaya falan çalışmıyorum. gerçi her büyükişyapanadam gibi eleştiriye açık olmanı gerektirecek pek çok meselen varken ben şu durumda yalnızca olan biteni bilmeni istedim. artık bildiğine ve daha fazla muhattap olmamızı gerektiren bir durum olmadığına göre de mektubuma burada son veriyorum.
protestanca ahlaklı hibon
mani:
Pazartesi
mekanı cennet olsun ya da fixing a hole
Tuvalette, eee, saçımı tararken, evet, mayıstan kalma aşırma Spiegel'de kaldığım yerden Beatles dosyasını okumaya devam ediyorum. Beatles sözcüğü kulaklarımda Ömer Madra'nın çatır çutur sesiyle çınladığından Açık Radyo dinlediğim zamanlara dalıyorum bir süre. parmak hesabı beş-altı sene öncesine kadar hayatımın kendi içinde bütünlüğü olan ve pek de kesintiye uğramayan bir dönemini işaret ediyor. oysa pek bir daha yakın tarihim bana sürekli bir süreksizlikle tanımlanabilirmiş gibi geliyor. gerçi tarih dediğin nedir ki kişiseline, hele bir de yakın olanına koşulların çarpıtmasından muaf bakabilelim.
bir yandan saçımı tarayıp bir yandan da okumaya devam ediyorum. iki cümleye takılıyorum. ilki Paul McCartney'in sahneye çevik çıkışını betimleyen "sein Gang federt". kafamda Paul'den de atak bir şekilde harekete geçen düzçevirmenin maharetiyle yaylanmanın ve yürüyüşün bende çağrıştırdığı görüntü oyalıyor beni diğer cümleye gelene kadar. "Beatles in Liverpool ist wie Goethe in Weimar". zınk, Weimar'a dönüş. demek, diyorum, Liverpool'da yaşasam Beatles'a da prim vermeyeceğim. insanlar bana hala Goethe okuyup okumadığımı soruyorlar, ve ben istikrarlı cevabımı vermeyi sürdürüyorum. hah, bak işte sana bütünleştirici bir unsur yakın tarihimden. (cevap "hayır" bu arada, yanlış anlaşılma olmasın tamam mı)
sonra diyorum ki, ulan bak Paul'e, şunun şurası gençliğinden bi on senenin ekmeğini yiyor adam kırk yıldır. sen, diyorum kendime, bu hayatının en verimli devresi olması icap eden dört senede ne yaptın bre eşşek? elin Beatles'ı kadar olamadın, tuvalette dergi okuyup popüler kültür sıçarsın sen anca...
bi gazla aklıma geleni söylüyorum kendime. oysa anlaşmıştık, kendimize fazla yüklenmiyor, çıtayı yüksek tutmuyorduk (oha lan, Beatles dedin sen de, yavaş gel hayvan). işin bokunu çıkarıyorum ben de arada canım. sabır, hibon-san. cilağlaaa, parlat.
yazıyı gene yarıda bırakıp mekanı terk ediyorum. zaten şarkı da biçimsiz bir fade outla bitiyor.
bir yandan saçımı tarayıp bir yandan da okumaya devam ediyorum. iki cümleye takılıyorum. ilki Paul McCartney'in sahneye çevik çıkışını betimleyen "sein Gang federt". kafamda Paul'den de atak bir şekilde harekete geçen düzçevirmenin maharetiyle yaylanmanın ve yürüyüşün bende çağrıştırdığı görüntü oyalıyor beni diğer cümleye gelene kadar. "Beatles in Liverpool ist wie Goethe in Weimar". zınk, Weimar'a dönüş. demek, diyorum, Liverpool'da yaşasam Beatles'a da prim vermeyeceğim. insanlar bana hala Goethe okuyup okumadığımı soruyorlar, ve ben istikrarlı cevabımı vermeyi sürdürüyorum. hah, bak işte sana bütünleştirici bir unsur yakın tarihimden. (cevap "hayır" bu arada, yanlış anlaşılma olmasın tamam mı)
sonra diyorum ki, ulan bak Paul'e, şunun şurası gençliğinden bi on senenin ekmeğini yiyor adam kırk yıldır. sen, diyorum kendime, bu hayatının en verimli devresi olması icap eden dört senede ne yaptın bre eşşek? elin Beatles'ı kadar olamadın, tuvalette dergi okuyup popüler kültür sıçarsın sen anca...
bi gazla aklıma geleni söylüyorum kendime. oysa anlaşmıştık, kendimize fazla yüklenmiyor, çıtayı yüksek tutmuyorduk (oha lan, Beatles dedin sen de, yavaş gel hayvan). işin bokunu çıkarıyorum ben de arada canım. sabır, hibon-san. cilağlaaa, parlat.
yazıyı gene yarıda bırakıp mekanı terk ediyorum. zaten şarkı da biçimsiz bir fade outla bitiyor.
Salı
Sıfır Zaman
"Priscilla, birbirimize yardım edip birbirimizi izleyebilmek için ne güzel bir koşu tutturmuşuz: Geçmiş kör bir umursamazlıkla bizden yararlanıyor, kalıntılarını ve kalıntılarımızı bir kere harekete geçirdiğinde bir daha onları nasıl kullanacağımızla ilgilenmiyor bile. Biz geçmişlerin karşılaşması için bir hazırlık, bir kabuktan başka bir şey değiliz, geçmişler bizim aracılığımızla karşılaşır, ama başka bir öyküye, sonranın öyküsüne aittir: Karşılaşmalar her zaman bizden önce ve sonra gerçekleşir ve bunda bize kapalı yeninin unsurları etkilidir: rastlantı, risk, beklenmeyen.
Böyle yaşıyoruz biz, özgürlükle çevriliyiz, ama özgür değiliz, muhtemel olayların bileşimi olan bu sürekli dalga itip yönlendiriyor bizi, yer ve zaman da geçmişin ışın demetinin, geleceğin ışın demetiyle birleştiği noktalardan geçiyor. İlk eski deniz, bizi çevreleyen ve birleşmelere zorlayan, aynı olanla farklı olanın mesajlarının arada sırada katettikleri dalgalı bir molekül çorbasıydı. Böylece kadim gelgit arada sırada benim ve Priscilla'nın içinde yükseliyor ve Ay'ın yolunu izliyor; böylece cinselliği olan cinsler, aşk yaşını ve mevsimlerini belirleyen, ama yaşa ve mevsimlere ek süreler ve ertelemeler tanıyan, bazen de inat, ısrar ve kötü alışkanlıklara bulaşan eski koşullanmaya uyuyorlar."
Calvino
Böyle yaşıyoruz biz, özgürlükle çevriliyiz, ama özgür değiliz, muhtemel olayların bileşimi olan bu sürekli dalga itip yönlendiriyor bizi, yer ve zaman da geçmişin ışın demetinin, geleceğin ışın demetiyle birleştiği noktalardan geçiyor. İlk eski deniz, bizi çevreleyen ve birleşmelere zorlayan, aynı olanla farklı olanın mesajlarının arada sırada katettikleri dalgalı bir molekül çorbasıydı. Böylece kadim gelgit arada sırada benim ve Priscilla'nın içinde yükseliyor ve Ay'ın yolunu izliyor; böylece cinselliği olan cinsler, aşk yaşını ve mevsimlerini belirleyen, ama yaşa ve mevsimlere ek süreler ve ertelemeler tanıyan, bazen de inat, ısrar ve kötü alışkanlıklara bulaşan eski koşullanmaya uyuyorlar."
Calvino
Pazartesi
heavy hearts
hayatta görüp göreceğim en yaralı, en öfkeli, en en duygu yüklü bakışlardan biri. saat dört yönünde odayı yararak ilerliyor. önünde hiç-bir-şey duramaz. ağızlarını tıka basa yemekle doldurmakta olan diğer insanlar. ben hiç duramam. ama ben önünde değilim zaten. beni merkeze alalım, hiç değilse kendi anlatımda. on iki, bir renk cümbüşü. yeşil, sarı, hiddetle büyümüş gözlerin akı. kabarmış damarlarla mor çizgilenmiş kırmızı bir alın. neyimiz eksik? mavi. o da benim bunları yazarkenki ruh halimden naşi.
muhatabı olmadığım bu bakışla ben nasıl hiçleşirim? pek de güzel. hem de en güzelinden. odayı dolduran defalarca kızarmış yağın ağır kokusuna karışabilirim buharlaşıp. üzerinde oturduğum pufun en orta yerindeki düğmenin kırmızı suni deriye tutturulduğu ipin geçtiği delikten usulca kayabilirim. orada pufun üzerinde öylece oturmaya devam edebilir ve çaresizlikten yukarı doğru çatılan kaşlarımın arasındaki yarığın içine çekilmeye devam edebilirim. ya da çıkıp gidebilirim.
en güzeli gitmek olsa gerekti. bakışsızlıkla hiçleştiğim kadar giderek varlaşabilirdim gibi. aklımı ruhumu orda bıraksam da bedenim kurtulurdu. beden ve irade olduktan sonra daha ne ister ki insan? Agilulfo Emo Bertrandino bu kadarına bile sahip değildi ya, gene de na-vardı!
en azından gerçekten tutacak bir elim olurdu şimdi. o menzil dışılığı ne silebilirdi? ölüm mü, ayrılık mı, aşk mı, unutmak, hastalık mı, hah alzheimer mı mesela? başka menziller mi? vadeli vaatler silemezdi mesela. konuşmak, yazmak? duygu yükünün doğru tartımı. en ucuzundan en özldeşleşilesine -ki ilki ikincisini dışlamazdı- şarkılarla bezeli doksanlık kasetler çekilebilinirdi üstüne belki. okumak var sonra, çalışmak. kendine acımanın parodisi. ya da hiç işte. yokluk mokluk. yitim.
muhatabı olmadığım bu bakışla ben nasıl hiçleşirim? pek de güzel. hem de en güzelinden. odayı dolduran defalarca kızarmış yağın ağır kokusuna karışabilirim buharlaşıp. üzerinde oturduğum pufun en orta yerindeki düğmenin kırmızı suni deriye tutturulduğu ipin geçtiği delikten usulca kayabilirim. orada pufun üzerinde öylece oturmaya devam edebilir ve çaresizlikten yukarı doğru çatılan kaşlarımın arasındaki yarığın içine çekilmeye devam edebilirim. ya da çıkıp gidebilirim.
en güzeli gitmek olsa gerekti. bakışsızlıkla hiçleştiğim kadar giderek varlaşabilirdim gibi. aklımı ruhumu orda bıraksam da bedenim kurtulurdu. beden ve irade olduktan sonra daha ne ister ki insan? Agilulfo Emo Bertrandino bu kadarına bile sahip değildi ya, gene de na-vardı!
en azından gerçekten tutacak bir elim olurdu şimdi. o menzil dışılığı ne silebilirdi? ölüm mü, ayrılık mı, aşk mı, unutmak, hastalık mı, hah alzheimer mı mesela? başka menziller mi? vadeli vaatler silemezdi mesela. konuşmak, yazmak? duygu yükünün doğru tartımı. en ucuzundan en özldeşleşilesine -ki ilki ikincisini dışlamazdı- şarkılarla bezeli doksanlık kasetler çekilebilinirdi üstüne belki. okumak var sonra, çalışmak. kendine acımanın parodisi. ya da hiç işte. yokluk mokluk. yitim.
Cumartesi
eye of the tiger
ellerim balık ve pas kokuyor. parmak uçlarımın derileri lime lime. kanımda ne zamandır bünyeye yabancı alkol dolaşıyor azıcık birazcık. münferit bir olay. sigarayı özlemeyişime şaşırmamda sigaraya özlem var. içim karışık, günüm basit. sabah 05:50 kalk, 06:47 otobüsüne bin, çalışçalış, kararını gözden geçir, uzatma, çalış, araver, yeiç, çalışçalış, 22:11 otobüsüyle eve dön ki sabah kalkabilesin. bu sefer yenilirsem ağır olacak, düşersem tam. hophop. kurcalamak yok. acı yok raki. rutin var. rutinin adamı, kendi döngüsü dışındaki bin türlü sorumluluktan muaf kılan dayanılmaz hafifliği. oh rutin, beni klişelere gark, klişeleri bana zerk et, içime kök sal, beni kaynaklandır, root in, beybi o-ye.
Pazartesi
Pazar
line

"Where is it that we were together? Who were you that I lived with? The brother. The friend. Darkness, light. Strife and love. Are they the workings of one mind? The features of the same face? Oh, my soul. Let me be in you now. Look out through my eyes. Look out at the things you made. All things shining."
Cuma
hele ya bah neyidah
ölüyorum. içimden hayat çekiliyor. bedenim ben ölmeden soğuyor. yanağıma dokunuyorum, taşlaşmış. aynada boşalmış kaslarıyla soluk tenimin örttüğü kafatasını, yüzümü tanıyamıyorum. yoldan sirenleri ölü kulaklarımı patlatarak bir itfaiye arabası geçiyor, sonra bir tane daha. söndürmeye gittikleri yangında yanmaya başlayan ilk uzvum sol kolum. burnuma mis gibi mangal kokusu doluyor. arkalarından seğirten ambulansta can çekişen benim. biri görev duygusuyla vücuduma hortumlar, iğneler sokuşturuyor. elektrik yattığım yerde sarsarak beni bir baştan ötekine kat ediyor. ekrandaki düz çizgi kalbimin kütmeyişi. et reyonunda sarı plastiğe sterç filmle sarılmış ciğer de benim. alışveiş torbasına sızıp indirim spetinden alınma ambalajsız masa örtüsüne bulaşan kan benimkisi. binlerce kilometreyi katedip gelen örtüyü ve daha yüzlercesini gece gündüz dokurken muson mevsiminde su kaybından dokuma tezgahı başında ölen hamile kadınım ben. ben aidsten ilk ölen ünsüzüm, ya da aidsten ölen ilk ünsüz. camın kenarında eğreti duran sardunya saksısı benim kafama düşecek. karşıdaki ruhsatsız apartımanın demirsiz balkonundan düşüp boynunu kıran da bendim hem. ölmeden önce veba ateşini farelerle haşır neşir günahkarlığımla ben bulaştırdım herkese. mycobacterium tuberculosislerin, sinsi bir nefeste yerleştiği ciğerlerinde fırsat kollayıp, büyük yaratımının sancısından zayıf düştüğü anda harekete geçerek okuyamadığınız o muhteşem kitapları yazmasının hemen öncesinde öldürdükleri on dokuzuncu yüzyıl sonu yazarıyım. ben, ben üçüncü denemsinde küveti kırmızıya boyayarak şiirsel ölümüne kavuşan gençkız. en güzel tribinde kendi kusmuğunda boğularak hayranlarını da yasa boğan rak yıldızı. torunum, felçli yatağımda iç organlarım topluca iflas ederken bana üçüncü sayfa haberlerini okuyan torunum sağolsun huzur nere ben nere. müşteri ayağına beni yoldan kaldırıp kendi yatağımda parçalarcasına bıçaklayan hayvanın resmini mozaikleyip de basmışlar. lisansını çoktan yitirmiş bir doktorca on altılık anamın rahminden kazındığımda dört ayımı bulmuş olacağım. ağustos sıcağında kardeşimle dalaşırken şambriyelden kayıp da nefesimi suya deiştiğim baraj göletinin çamurunda gömülüyüm yıllardır. prizi tamir ederken giymeye üşendiğim akdeniz terlikler küçük tuvalette, pembe maşrapanın yanıbaşındaydılar aslında. ne yalan söyleyeyim, parmak uçlarımdan başlayıp şuradan şöylece sırtımı dolanan, oradan başıma vurup gözlerimi belerten ağrı kanserli hücrelerimin yakınmasından başka bir şey değil.
ölüyorum işte, daha ne olsun?
ah ben, zavallı ben. zavallı, zavallı ben.
ölüyorum işte, daha ne olsun?
ah ben, zavallı ben. zavallı, zavallı ben.
Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)