Yolcu Tiyatro’dan yeni oyun: Muhammed Ali
-
Gerçek bir Muhammed Ali gibi vurmayı beklerken, ringde bambaşka bir
Muhammed Ali yaratıyor ve hikâyesine atılan tüm taşları avucunda tutuyor.
mesnetsiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mesnetsiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Perşembe
vıjjt
hani böyle insanın duruşuna, ifadesine, otizikidişgülüşüne yansıyan hayasız bir mutlulukla çirkinleştiği fotoğraflar vardır ya, vardır. hah, işte onu diyorum. o fotoğraftaki çiğ/saf sevinçle çarpılmış parlak yüze bakıp bakıp istemeden de olsa, o anda aslında hiç de mutlu olmadığını hatırlayınca/kurunca iş iyice boka sarıyor. kayda geçirilen ana en bi filtrelerden geçirilmiş melimalı mutluluk hali mi yansımıştı, ne olmuştu? ya da daha iyisi, mutluluk neydi ki? mutluluk emekti. yok lan, o sevgiydi. gerçi mutluluğun sevgiyle içeriği henüz tam olarak netleşmemiş seviyesiz bir münasebeti vardı. ise ve iseydiyse o zaman mutluluk hakkaten emekti. bak, aklım sürçerken de bi bildiğim varmış demek!
Pazar
kwak
ülkeyi baştan başa katedip en batıya, sınıra ulaştığım bir öğle vakti. üç kişi desteksiz ayakta duramayan küresel dipli kadehlerimizden beçika menşeili biralarımızı yudumluyoruz. iki sevgili bir de ben. ve elbette çakırkeyif kafalarımızla sonunda oraya ve buraya, kültürel dayatmalara ve herşeyin reddine, kadın ve erkek oluşa, farklılıklara ve belirlenmişliklere, yani tüm dünyada yüzyıllardır genç insanların üzerinde kafa yorup birbirlerini ateşli konuşmalarıyla kışkırttığı, çarpışan ve birleşen fikirlerle coştuğu, tartışmanın kendisinin bir zevk halini aldığı noktaya varıyoruz. ben, aslında örtük bir şekilde hep kadın tarafından dinlediğim ilişki etrafında dönen bu konuşmanın tehlikeli dengesi içindeki konumumu hemen kavrayamıyorum. biralar cinliğimden yemiş. aydığımda bir süre sesim soluğum çıkmıyor. ağzımı açtığım anda o ana kadarki aymazlığımın getirdiği tarafsızlıkan feragat etmiş olacağım. sonra bir bakıyorum ağzım benden habersiz bir şeyler gevelemeye başlamış. kadınlığım ağır basıyor. tarafsızlık kisvesi altında sürdürdüğüm konuşma, ilişkinin dişi kanadının beklentilerini eril kanada açıklamaya çalışan, kendimin bile pek ikna olmadığı bir takım cümleler ihtiva ettiğinden arada yolumu kaybediyor ve cevap vermeden ya da yeni bir örneklendirmeye geçmeden nce uzun uzun duraklıyorum. içimden aslanım, sen benim söylediklerime bakma diyor bir ses. inan ben de senin kadar şüpheyle bakıyorum sevdiğim insanı mutsuz kılmamak adına yalnızca onun diğer sevdiklerini tatmin etmesini sağlamak üzerine kurulu seçim görünümlü dayatmalara. kimse seni inandıramadığı gibi beni de inandıramaz kurumların bir parçası haline gelerek içeriden fethetmenin, dışında kalarak ve onları yadsıyarak değiştirmekten daha olanaklı olduğuna falan. ve hayır, erkekler çok yönlü düşünemedikleri için bir ilişkide fedakarlığın gerekliliğini anlamıyor değiller. hayır, sarsılmaz merkezlerimizle biz kadınlar bu konuda sizin vakıf olamadığınız bir sırrı rahmimizde taşımıyoruz. kaç aslanım. erken yaşta istemsizce soyun gerçek sürdürücüsü haline gelen bu kadınların ağızlarından dökülen cümlelerde vücut bulan, kendi içlerindeki karmaşadan bezdikleri anda sıyrılıp çıkan bu en işlevsel düşüncelerden kurtar yakanı. iki sevgilinin sesleri yükselmiş. bir anda dönüp biri benden açıkça hakemlik etmemi talep ediyor ne düşündüğümü meydan okurcasına sorarak. ben kafayı buldum, uyukluyorum, diyorum. birer bira daha alırız değil mi?
Perşembe
çaylar şirketten
bana sorarsanız (ki siz sormasanız da geçenlerde biri sordu; yoksa ben kendi keyfime yazmıyorum bunları) uzakmesafe ilişkileri, yalnızca acıktığında yemek yiyen ve doyduğunda yemeye son verebilen insanlar içindir. yeme zevki hiç bitmesin diye çatlayana kadar tıkınandan uzakmesafe ilişkicisi olmaz. sonradan acıkacağını düşünerek eline geleni lüpleten bizden değildir. uzakmesafe ilişiği, uzun otobüs yolculukları sırasında indibindi yapılan küçük anadoluşehri otogarlarında kendini aracın dışına atıp muavinin "abla şimdi gidiyoruz"larına kulak asmadan arka arkaya iki sigara yakan, son sigaranın son çekişleri arasında nefes dahi almayan kişilerle yaşanamaz. iki misal kısa kaldı, üçüncüsü lazım diye boş boş ekrana bakan adamın hazin bir sona mahkum uzakmesafe girişimine ise güler geçerim. hah!
Çarşamba
kalıp basma
- sen, mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
- ben de ne zamandır bu soruyu sormanı belkiyordum Nazımım. yapamam. ama gün gelir, biri senin resmini yapar. saçların alev almış, gözlerin menevişli olur. onu poster diye basarlar duvara asmalık. altına da bir bu kadar bilindik şiirini koyarlar. var ya hani, en güzel... diye başlayan en bildik kısmı. sonra on beşinde bir yeni yetmenin odasını süslersin. şiir okumasa da, üzgün olunca mutluluğa benzer bir şeyler hissetmek için seninkine bir göz atıp yanağını okşar.
- okşadığı ne benimdir, ne de mutluluğun resmi. benim resmimdir, sadece bir resimdir.
- öyledir elbet. ama umuda yataklık yapma becerisine de sahiptir aynı zamanda. bıraksan al çeperli elma da öyle olacaktı. sen istiyorsun ki işin kolayına kaçmayalım. hak edilmiş bir şey olsun mutluluk. bir zafer, fetih olsun, bayrağımızı dikelim mutluluğun topraklarına. acının içinden geçince mutluluğa varalım. ya da belki sen değilsin bunları isteyen. öte yandan sen de çok iyi biliyorsun ki mutluluk nasıl gelirse gelsin çok şükür diyene kadar zaten uçup gitmiş olacak. bak üzerine bir on sene daha koy, kendini mutsuzlukla dibine kadar kanırttığı anda eski yeni yetmenin aklına senin acılarının iması o resim, o şiir gelecek. ama boş verelim bunları. senin yolun uzun. kahveni soğutma, hadi.
- ben de ne zamandır bu soruyu sormanı belkiyordum Nazımım. yapamam. ama gün gelir, biri senin resmini yapar. saçların alev almış, gözlerin menevişli olur. onu poster diye basarlar duvara asmalık. altına da bir bu kadar bilindik şiirini koyarlar. var ya hani, en güzel... diye başlayan en bildik kısmı. sonra on beşinde bir yeni yetmenin odasını süslersin. şiir okumasa da, üzgün olunca mutluluğa benzer bir şeyler hissetmek için seninkine bir göz atıp yanağını okşar.
- okşadığı ne benimdir, ne de mutluluğun resmi. benim resmimdir, sadece bir resimdir.
- öyledir elbet. ama umuda yataklık yapma becerisine de sahiptir aynı zamanda. bıraksan al çeperli elma da öyle olacaktı. sen istiyorsun ki işin kolayına kaçmayalım. hak edilmiş bir şey olsun mutluluk. bir zafer, fetih olsun, bayrağımızı dikelim mutluluğun topraklarına. acının içinden geçince mutluluğa varalım. ya da belki sen değilsin bunları isteyen. öte yandan sen de çok iyi biliyorsun ki mutluluk nasıl gelirse gelsin çok şükür diyene kadar zaten uçup gitmiş olacak. bak üzerine bir on sene daha koy, kendini mutsuzlukla dibine kadar kanırttığı anda eski yeni yetmenin aklına senin acılarının iması o resim, o şiir gelecek. ama boş verelim bunları. senin yolun uzun. kahveni soğutma, hadi.
Salı
kimo
insanın daha ziyade/en çok/yalnızca kendisiyle ilintili en güzel bir hisse eğer -ki bunlardan en az biri- kişinin kendiyle dert kademesiyle doğru orantılı yaralayıcılığı ile insanın kendine açılan bir kim geldi penceresi oluşundan mütevellit yalnızca gelenin endamını izlemenin değil, aynı zamanda gidenin ardından atılacak geride kalan bakışının da olanaklılığını sağlayan aşk, en çok unutulduğunda güzeldir demişti bana A.
Çarşamba
karşılaştırmalı anayasa
arkadaşlar, şimdi Türk ve Alman anayasalarının birinci maddelerini hep birlikte inceleyelim. dersimizi daha heyecanlı kılmak ve arka sıralarda uyuyan arkadaşları uyandırmak üzere sizlere hazırladığım sürpriz doğrultusunda hangi maddenin hangi ülkeye (devlete mi demeliydim yoksa) ait olduğunu belirtmeyeceğim. gözlerinizi dört açın. sınavda buradan soru gelecek.
“İnsanlık onuru dokunulmazdır. Her tür devlet erki insanlık onuruna saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür”.
"Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir."
“İnsanlık onuru dokunulmazdır. Her tür devlet erki insanlık onuruna saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür”.
"Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir."
ruhuma sahip olabilirsin ama bedenime asla
ey bakire kadın! sen, el değmemiş! önünde saygıyla eğiliyorum. masumiyetin karşısında titriyorum. vaat edilmişliğin beni bile cezbediyor. eline dokunsam içinin sıcaklığını hissedebilirim. kimse senin için yeterince hazır olamaz. yeterince arı. incinebilirliğini bir bayrak gibi taşıyan sen, dokunulmazlığını yüceltmek için bize yol göster. kurtuluş varsa, onun anası sen olacaksın. senin duruluğundan yükselecek gerçek değer. anlam sernin çığlıklarınla senden fışkıracak.
Cumartesi
insan soyunun tükenmemesi mucizesi
nasıl oluyor ben anlamoor. hayat, bilhassa insan ilişkileri özelinde bu denli karmaşıkken nasıl oluyor da erkeklerle kadınlar bir araya gelip çocuk yapacak ortak zemini yaratabiliyorlar? hani sevişmenin ötesinde, düşünüp taşınarak insan soyunun devamına katkıda bulunmanın bir karar doğrultusunda gerçekleşebilmesi hali. hadi ben öyleyim de herkes kaza çocuğu olamaz ya. bi güç var.
Perşembe
pat
çağrışım bu işte, kemiği yok. ben satrançta patı hiç anlayamadım. bir oyuncu hareket edemeyeceği noktaya kadar sıkıştırılıyorsa bu neden beraberlikten sayılır? hareket edemeyecek noktaya gelene kadar sıkışmak marifet mi yani? kazananın olmadığı oyuna oyun diyebilecek bir insan olsaydım belki işler daha kolay olurdu. satrancı da oldum olası sevmedim zaten. yalnız dedemin sararmış beyaz plastikten kutusunda duran oyma satranç takımını hızla ters çevirip taşımakta zorlandığım devasa tahtasının üstüne dökmeyi severdim. sesle ilişkili bir durum daha ziyade. lego leğenini boşaltırken çıkan çağıltılı hışırtının iki gömlek üstü. olsa da döksem.
Schiller Sokak'tan sağa dön tam karşında
bugün eski bir dergide Schiller'den bir alıntıya denk geldim. bir kenara not etmediğimden aklımda meali kalmış. 'gerçek bir sanatçı olamayacaksam hiç olmayayım daha iyi' diyor, tabii ki benim kaba çevirimin yansıtamadığı bir incelikle. ama işte neticede bu kadar basit bir şey söylüyor. kestirip atarcasına. ben şimdi böyle alakasız bir yerde okuduğum bir alıntı üzerine laf kalabalığı yapıyorum ama yaşasın bağlamından koparmak. Schiller okumadım ben. üç senedir Weimar'da yaşayan biri olarak utanmadan söylüyorum. evinin önünden geçmek ya da Almanya'nın en önemli yazarlarından biri olması bana yetmiyor. bana dokunan bir referansı olmalı, henüz o eksik. ya da işte bu alıntı en azından sanat ve sanatçılar üzerine yazdıklarını okuma isteğinin içimde kıpırdanmasını sağlıyor. çünkü gerçek bir sanatçı derken neyi kastettiğini bilmek istiyorum. hatta gerçek olmayan ama sanatçı olandan kastının ne olduğunu da bilmek istiyorum. neden isiyorum? yapmaya çalıştığım ve kendimi hiç de başarılı hissetmediğim işimde sanata dair bir şeyler aranıp duran, oturacağı yere yerleşmeden dört dönen ıslak bir köpek gibiyim de ondan. bir türlü yerleşemiyorum. hop oturup hop kalkıyorum. sonra tam çalışma arasında elime aldığım dergiden Schiller bana "gerçek sanatçı olmak" gibisinden densiz bir bildirimde bulunuyor. şu anda Almanca konuşlan topraklar üzerinde Schiller'e en nahoş gözlerle bakan benim. çünkü yarama tuz basıyor. bir de açıklama yapmadan. yoluma taş koyuyor çok ihtiyacım varmış gibi. seni sevmiyorum Schiller. okursam da sevmemek için okuyacağım haberin olsun.
iki küçük ayrıntı: bize göre sağda duran Schiller. aslında yanında babacan bir şekilde duran Goethe'den bir baş kadar uzun, bir on yaş da daha gençmiş fakat heykeltraş bu iki büyük Alman şairini birbirine denk koşmayı tercih etmiş ya da ettirilmiş.
hadi
önce eline yüzüne bulaştır, çekinme. çünkü istemesen de bir noktada bulaşacak zaten. sonra, artık yapacak bir şey kalmadığını gördüğünde kendine acıma zamanı gelecek. buna da karşı koyma boşuna. onu da yapacaksın nasılsa. direndikçe daha uzun bir sürece yayılacak. dibine kadar acı. sakın ola ki kasıtlı acı verme. istemesen de yeterince veriyorsundur zaten, gerekirse bununla avun. kurmaya başladığında en kötüyü kur. çünkü kızgın olma zamanı geliyor. öfkeni söze dök, dişlerinin arasında ezme. ne kadarını dışarı atsan kardır. kendine karşı olan midene oturacak uzun süre nihayetinde. sen kendi bedeninle, fiziksel acınla uğraşırken aklın boşalacak. durulacak. her şeyi anladığın hissiyle dolacaksın. hayata dair bir şeyleri fark etme sanrısı. meshe gibi zamanın merkezinden geçmişe ve geleceğe bakarak sakin göz yaşları dökmenin sırası. her şeyin olması gerektiği gibi oldğunu, bu gerçeklikte başka bir olasılık olmadığını kabullenmeye en yaklaştığın anda isyan seni gene saracak. nefretin kendine yönelince şaşırma. çünkü hayata yırtınmak, kendine verdiğin acı kadar dahi sonuç vermeyecek, bileceksin. ve sonra her yönden her yöne esen, hatta yönü olmayan bir rüzgar olacak öfken. ta ki kaynağını bulup taşlaşarak seni tıkayana kadar. sen de taş ol, kıpırdama. hareket ettikçe ufalanıp dökülürsün. çıkan her yakınma sözü senden ve samimiyetinden bir parçayı götürür. ama eski senden geriye kalanlarla idare etmek zorundasın. elinde kalanların dökümünü yaparken zaten başa döneceksin. ve tekrar tekrar döneceksin. her dönüşünde kaldırdığın kabuğun altından hüzün akacak. bildik bir duygu. kendinden gelen. başka kimseyle alakası olmayan. gerisini sorma, ben de bilmiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)