Özgür Özel: “Oyunu bize ver” diyen kişi bugün AK Parti'ye geçti
-
İstanbul kongresi davasındaki ses kaydını da hatırlatan Özel, "Sana para
verelim, oyu bize ver" diyen CHP'li Belediye Meclis Üyesi'nin bugün AKP'ye
geçtiği...
Çarşamba
Pazartesi
yatak döşek
can sıkıntısı olsa keşke derdim. bazen hakkaten sadece bundan mustarip olduğum yanılgısına düşüyorum. oysa benimkisi başka. ne yapacağını bilememek diye geçiştirelim şimdilik. ya da aylaklık.
bilmezlik haliyle Almanca şiir falan okumaya başladım ben. çok ilkel bir ilişki kurmanın rahatlığı sindi üstüme. anlayamamam, temas edememem son derece doğal. sırf bu yüzden okuyorum zaten. elimden gelmeyenin gelmemesini meşrulaştırabilmek için.
Carl Sagan girdi hayatıma. iyi de oldu. kamera karşısında kurguya rağmen işine dair heyecanını bu denli dolayımsızca yansıtabilen birini izlemenin tadını çıkartıyorum. kim bilir belki çocukluğuma denk getirebilseydim ben de bilimci olmak isterdim. artık çok geç. zaten (bu ara) ben her şeyi istiyorum. istemeyi bırakınca uzayda bizim dışımızda canlı türleri aramanın ve iletişim kurma hayallerinin merak dışındaki olası motivasyonları üzerine falan düşünüyorum. koskoca seti programını iletişimsizliğimizin reddine indirgeyecek kadar ileri gittiğim oluyor.
başlayıp bitiremediğim kitapların sayısı kaçı buldu bilmiyorum. ipin ucu kaçtı. ben de bir oradan bir buradan okumaya devam ediyorum. karyolamın başı, salkım saçak kitap doldu. kafama düşecekler uyurken bir gece ve ben aydınlanacağım.
bilmezlik haliyle Almanca şiir falan okumaya başladım ben. çok ilkel bir ilişki kurmanın rahatlığı sindi üstüme. anlayamamam, temas edememem son derece doğal. sırf bu yüzden okuyorum zaten. elimden gelmeyenin gelmemesini meşrulaştırabilmek için.
Carl Sagan girdi hayatıma. iyi de oldu. kamera karşısında kurguya rağmen işine dair heyecanını bu denli dolayımsızca yansıtabilen birini izlemenin tadını çıkartıyorum. kim bilir belki çocukluğuma denk getirebilseydim ben de bilimci olmak isterdim. artık çok geç. zaten (bu ara) ben her şeyi istiyorum. istemeyi bırakınca uzayda bizim dışımızda canlı türleri aramanın ve iletişim kurma hayallerinin merak dışındaki olası motivasyonları üzerine falan düşünüyorum. koskoca seti programını iletişimsizliğimizin reddine indirgeyecek kadar ileri gittiğim oluyor.
başlayıp bitiremediğim kitapların sayısı kaçı buldu bilmiyorum. ipin ucu kaçtı. ben de bir oradan bir buradan okumaya devam ediyorum. karyolamın başı, salkım saçak kitap doldu. kafama düşecekler uyurken bir gece ve ben aydınlanacağım.

répété
çamaşır makinemiz yok. uzaklara gitmem lazım. çamaşırları bir ikea torbasına dolduruyorum. evden çıkmadan bir sigara sarıp dudaklarımın arasına yerleştiriyorum. anahtarı cebime atıp atmadığımı kontrol edip kapıyı çekiyorum arkamdan. merdiven boşluğundayken yakmak istiyorum sigarayı. ilk kibrit yanmıyor. alevleniyor da sönüveriyor hemen. bu ilk kibriti ters çevirip kutusuna geri koyuyorum ve bir yenisini alıyorum. bu sefer yanıyor sigara. filtre hafif ıslandığından ilk nefes zor geliyor. sigara yakışlara gidiyor aklım. apartmandan dışarı çıkıyorum ve henüz kaldırıma adımımı atmadan yanıma deterjan almadığımı fark ediyorum. anahtar, apartman kapısı, sigarayı eve sokma, oradaki kül tablasına bırak söner o zaten, ev kapısı, banyo kapısı. lüzumlu miktardaki deterjanı küçük bir torbaya aktarıyorum. ikea torbası yeterince ağır. her şeyim tamam olunca anahtarı cebime atıp amadığımı kontrol edip kapıyı çekiyorum arkamdan. merdiven boşluğunda bırkatığım sönmüş sigarayı yakmak istiyorum. ilk kibrit yanmıyor. alev almıyor ucuz kibrit. ters çevirip kutusuna geri koyuyorum ve bir yenisini alıyorum. bu sefer tutuşuyor. filtre hala ıslak olduğundan ilk nefes gelmek bilmiyor. sigara yakışlara gidiyor aklım.
Pazar
wirsing incident
aynı adlı romanlar
ben çocukken (artık pek de küçük bir çocuk değilken bile) "aynı adlı romandan uyarlanmış" lafını her duyduğumda "aynı" adlı bir romandan söz edildiğini sanır, bu kadar çok yazarın romanlarına aynı ismi vermesine şaşardım dururdum. edebiyatın kol(l)ektifliğine ilişkin bir fikrim yoktu. gerçi hala pek net bi fikrim yok. ama anlamlı bir yanlış anlama olduğuna inanmak istiyorum. geleceğimde edebiyat üzerine düşünmenin yerini ima eden bir salaklık.
Cumartesi
how to write your own moral code while you sleep

on emri düşünüyorum. kendi davranış kodlarını yenilemeye çalışan biri için başvurulacak çok değerli bir kaynak. ilk dört madde, kendi temelini güçlendirmesi açısından oldukça iyi düşünülmüş. etik kodumuzun yardımıyla çözemediği sorunlarla karşılaştığımızda geçerliliğini sorgulama eğilimimiz dikkate alınmış. oysa on emre bakınca ne görüyoruz? şüphe edilemez bir kesinlik. sorun kodda değil, bizde. diğer maddeler insan ilişkilerini düzenliyor. çok yalın bir şekilde hem de. satır aralarına değinmeye gerek yok. gerçi sonradan bir takım yardımcı kaynaklar da üretilmemiş değil ama işin özü burada saklı. biraz sınırlayıcı olduğunu kabul etmek lazım. ama ne de olsa sınırları aştığımızda - biz kendimizi biliyoruz - dahi kendini yargılamanın haşin rüzgarlarından, yanlış bir şey yapmış olmanın kesinliğinden doğan kuytuya sığınarak saklanabiliriz. sorgulama zorunluluğudan azade olmanın dayanılmaz hafifliği. gerçi ben sanırım biraz daha farklı bir şeyler aramaya devam edeceğim. gene de yalın anayasa bağlamında on emir yapısı bakımndan bir örnek olarak alınabilir. hem Charlton Heston nasıl da sıkı sıkıya sarılmış öyle tabletlere, insanın benimseyesi geliyor. bende hazır yazılmışı var der gibi.
hamiş: internette aç karnına uykulu gözlerle dolaşırken karşıma sürekli uykuda nasıl kilo verebileceğime dair ilanlar çıkıyor. ilahi bir işaret mi bu yoksa?
Cuma
Çarşamba
ben sigara içerken
ben sigara içerken camın öte tarafından bir örümcek sarkıyor. ben aklımda örümceği eziyorum. yıllarca ağlıyorum örümcek için sonra.
Etiketler:
hayalmeyal
pencerem sarı bağlar
kendimle birlikte yatağa gömmediğim sürece bilgisayarım cumbamın pencere pervazlarına oturtulmuş tahta plakanın üzerinde duruyor. her hava koşulunda dezavantajlı bir nokta aslında burası. yazın, güneydoğuya bakan cumbanın üç penceresinden tüm gün boyunca ekranı görmemi engelleyen güneş ışığı doğrudan yüzüme vuruyor. kışın ise cumbanın altı boş olduğundan ve her ne kadar eski stilde çift kat camlı olsa da Almanya koşullarında aşırı büyük kalan pencerelerimden feci bir soğuk sızıyor. ayaklarımı ya bağdaş kurup ya da dizlerimi karnıma çekip yerle temastan kurtarmak, bir de battaniyeme sarınmak kaydıyla burada barınabiliyorum şimdilik. bir iki ay içerisinde bu artık mümkün olmayacak. ama burası hülyalı bir köşe. belki de şu sıralar benim için pek de uygun değil ama ben gene de burada oturmaktan vaz geçemiyorum. iki sokağın kesiştiği noktaya bakan büyük pencereme tutturduğum hint ipeğinden mor bir örtü yetişebildiği kadarını kapatıyor. kar yağdığında onu kaldıracağım ve sabahın köründe arabalar yoldaki kar örtüsünü bozmadan önümdeki açıklığın sunduğu kocaman beyazın keyfini çıkartacağım. bu keyfin bir diğer koşulu yeniden gitar çalışmaya başlayıp sabahları 5.30'da kalkma alışkanlığıma geri dönmek. şimdi, bir yandan çeviri yapar, bir yandan Carl Sagan'ın 30 yıllık Cosmos'unu izler, bir yandan da dün gece gördüğüm rüyayı düşünürken, ya da aslındahiç birini adam gibi yapamazken ara sıra kafamı çevirip sağ penceremden görünen manzaraya bakıyorum. on dokuzuncu yüzyıl sonu ya da yirminci yüzyıl başlarında iki farklı stilde yapılmış (mimari konusunda bilgim bununla sınırlı işte) sarı tonlarında iki binayı görüyorum. ön cephesini görebildiğim daha bir süslü püslü olanının bir kısmı köşede birleşen pencere çerçevelerimin ardında gizlenip geri kalan kısmı büyük pencereme doğru taşıyor. onu zaten pek önemsemiyorum. benim asıl sevdiğim yan cephesiyle yetinmek zorunda olduğum daha rüstik olanı. iki buçuk katlı bina bakımsız, kimi yerler yeniden sıvanmış ve boyanmamış. önündeki çatısına kadar yükselen ağacın sol yarısı bana bakıyor. ne ağacı bilmiyorum. henüz yeşilini tam kaybetmeden sararmış yapraklarıyla bu iki binanın arasında büyümüş diğer ufak tefek çalı ve ağaçlarla beraber, iki binanın sarılarını daha da bir kuvvetlendiriyor. sağım sarı. belki fırtına çıkar diye ümitle bekliyorum. karanlık bulutların arkasından kış güneşinin zayıf ışık huzmeleri düşer belki. bir keresinde yakalamıştım ya da denk gelmiştim diyelim. o anı hayal meyal anımsıyorum ve cumbamda uzun uzun oturup ışığı daha iyi bellemediğim için kendime kızıyorum. oysa o anda yapacak, tadına varılacak başka şeyler vardı. şimdi ise sadece arasıra durup yeniden başlayan sevimsiz bir yağmur ve sevimsiz bir ışık var. sarı güzel gene de. mor örtünün çizdiği sınırın karşısına bulutların koyu mavi çerçevesi belki gelir belki gelmez. gelse de güneş kendine o lacivertin arasından belki bir yol bulur, belki de bulamaz. şimdilik sarıyla idare etmeli.
Pazartesi
kuyu
bir hobiye ihtiyacım var. başarısızlık (başarı değil evet, öncelikli motifimiz başarısızlık) derdi olmadan, bir zorunluluk halini almadan, sırf canım istediği için yapabileceğim bir şey. hobinin tanımı neyse ondan işte. fakat elimi attığım her şeyi bir kaygı unsuruna dönüştürme becerimle ben endişenin midasıyım. kulaklarım eşek kulakları.
herr m
duyusal analiz dersi hocamız nev-i şahsına münhasır bir insan. her applesever gibi bu kuruluşu daha da zengin etmek için canla başla didinme ve müzik teorisi hocaları arasında nadir görülen bir sendrom olan gitar çalma dışında hayatla ilgili tercihleri konusunda pek bir fikrim yok. dolayısıyla onu tanımlamaya çalıştığımda ön plana çıkan uzun saçlı şaşı bir albino oluşuyla dış görünüşü oluyor. o şekilde kayıtlı tanımlı insanlar merkezinde. aslında bu tanımın onu gerçek anlamda tanımayışımla ilgili olduğuna inanmak ve inandırmak istediğimden ancak başta böyle bir şerh koydktan sonra dış görünüşünün (tam bu noktada kullanmak istdiğim almanca sözcüğü türkçeye kötü bir şekilde çeviriyorum maalesef) gözardı edilemezliğinin bu kadar belirleyici olduğunu söyleyebiliyorum. ve aslında gelmek istediğim noktadan çok uzaklara atıyor beni bu politik doğruculuk/vicdani sahtecilik. aslında yapmak istediğim şuydu:
duyusal analiz dersi hocamız nev-i şahsına münhasır bir insan. Uzun saçlı, şaşı, her applesever gibi bu kuruluşu daha da zengin etmek için canla başla didinen ve müzik teorisi hocaları arasında nadir görülen bir sendrom olan gitar çalmadan muzdarip bir albino kendisi. belki tam albino değil de bir tür pigment deformasyonu var. ama şaşılığı su götürmez. derslerde anlatanın yüzüne bakmadığında hemen dikkati dağılan ben, bana mı, yoksa sınıftaki diğer 3 kişiden birine mi, ya da camdan dışarı mı baktığını anlayamadığım bu adamın dersinde önümdeki nota kağıdına ya da tahtaya bakıyorum mümkün mertebe. bana hitaben bir şey söylediğinde gözlerinin açısını aklıma kazımaya çalışıyorum ki, diğer zamanlarda da nereye baktığını anlayabileyim. ama anlayamıyorum çünkü yüzüne her baktığımda o her yere birden bakıyor. ilahi bir gizem, katlanılamaz bir yoğunluk (acab erkekler şehla kadınları beğenir efsanesinin kökeni, bu genellikle içe dönük açı bozukluğunun belli bir dereceyi aşmadıkça bakışlara kattığı katlanılabilir yoğunluk mudur diye düşünüyorum bir yandan). Ama neyse ki içimizden birine hitap edeceğinde ismimizi söylüyor (ve sonunda gelmek istediğim noktaya varıyorum). Ama bunu da kendine has bir şekilde yapıyor. hibon ya da frau hibon olarak değil de soyadlarımızın baş harfiyle kayıtlıyız onun tanımlı insanlar merkezinde. bu da beni frau k. yapıyor ister istemez. ve ben derste bana her seslenişinde kendimi bir kafka romanında hapsolmuşum gibi hissediyorum. hocamsa bana bu gerçeği hatırlatmakla görevli bir diğer roman kişisi gibi geliyor. iki saatin sonunda sınıfı terk ettiğimde dünya biraz daha az boğuyor beni çünkü kafka'nın üzerime boca ettiği tüm kasveti ve ataleti o anda yolda büyük adımlarla ilerliyor olmanın ardına itebiliyorum. yanımdan geçen ve bir anda koluma girip beni varlıklarının karanlık zindanına tıkmaya çalışmayan her insan -çünkü sokakta karşılaştığım ilk insandan başlamak üzere insanların sayıları arttıkça azalan korkulu bir beklenti bu- benim biraz daha dik yürümemi sağlıyor. pazartesilerim böyle. işe ol sebebptendir ki ben şimdi o dersin ödevlerini yapmak yerine bu yazıyı yazıyorum. hatta yazdım, bitti.
duyusal analiz dersi hocamız nev-i şahsına münhasır bir insan. Uzun saçlı, şaşı, her applesever gibi bu kuruluşu daha da zengin etmek için canla başla didinen ve müzik teorisi hocaları arasında nadir görülen bir sendrom olan gitar çalmadan muzdarip bir albino kendisi. belki tam albino değil de bir tür pigment deformasyonu var. ama şaşılığı su götürmez. derslerde anlatanın yüzüne bakmadığında hemen dikkati dağılan ben, bana mı, yoksa sınıftaki diğer 3 kişiden birine mi, ya da camdan dışarı mı baktığını anlayamadığım bu adamın dersinde önümdeki nota kağıdına ya da tahtaya bakıyorum mümkün mertebe. bana hitaben bir şey söylediğinde gözlerinin açısını aklıma kazımaya çalışıyorum ki, diğer zamanlarda da nereye baktığını anlayabileyim. ama anlayamıyorum çünkü yüzüne her baktığımda o her yere birden bakıyor. ilahi bir gizem, katlanılamaz bir yoğunluk (acab erkekler şehla kadınları beğenir efsanesinin kökeni, bu genellikle içe dönük açı bozukluğunun belli bir dereceyi aşmadıkça bakışlara kattığı katlanılabilir yoğunluk mudur diye düşünüyorum bir yandan). Ama neyse ki içimizden birine hitap edeceğinde ismimizi söylüyor (ve sonunda gelmek istediğim noktaya varıyorum). Ama bunu da kendine has bir şekilde yapıyor. hibon ya da frau hibon olarak değil de soyadlarımızın baş harfiyle kayıtlıyız onun tanımlı insanlar merkezinde. bu da beni frau k. yapıyor ister istemez. ve ben derste bana her seslenişinde kendimi bir kafka romanında hapsolmuşum gibi hissediyorum. hocamsa bana bu gerçeği hatırlatmakla görevli bir diğer roman kişisi gibi geliyor. iki saatin sonunda sınıfı terk ettiğimde dünya biraz daha az boğuyor beni çünkü kafka'nın üzerime boca ettiği tüm kasveti ve ataleti o anda yolda büyük adımlarla ilerliyor olmanın ardına itebiliyorum. yanımdan geçen ve bir anda koluma girip beni varlıklarının karanlık zindanına tıkmaya çalışmayan her insan -çünkü sokakta karşılaştığım ilk insandan başlamak üzere insanların sayıları arttıkça azalan korkulu bir beklenti bu- benim biraz daha dik yürümemi sağlıyor. pazartesilerim böyle. işe ol sebebptendir ki ben şimdi o dersin ödevlerini yapmak yerine bu yazıyı yazıyorum. hatta yazdım, bitti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)