Cumartesi

düğüm düğüm

John Cage'in 4'33''ünü önce düşünürken, sonra da aşağıdaki video kaydını izlerken buldum kendimi. oysa ben çözümden vazgeçiş pek kolayken ve serimde de, tıpkı çözümde olduğu gibi yapay bir başlangıç noktası belirlemek bir parça mecburiyetten sürdürülse de içten içe artık pek rağbet görmezken, düğümden vazgeçememe üzerine kendi kendime saçmalıyordum aslında. bu da klasik armoniyi ve yeni müzikteki gerilim çözülüm ilişkilerini fazla derine inmeden şöyle bir kurcalamaya itti. ve kendi kendime, o zaman neden bu düşüncelerimi sonu gelmez ve anlaşılmaz bir cümleler yığını haline getimeyeyim ki diye sordum ve işte burdayım.
kendini iyiden iyiye birinci Viyana Okulu'nda bulmaya başlayan ve klasik müziğin en klasik döneminde bestelenen eserlerin dahi her daim barındırdığı istisnaların reddiyle mümkün olabilen bir kestirmeci kurallar bütünü sayılabilecek klasik armoni, uygulanması bakımından zaten artık pop müzikte ve gönüllerde yaşıyor bir bakıma. birinci değil, sadece Viyana Okulu olacak. ama Schönberggil ortaya çıkıp da kendilerini ikinci olarak adlandırınca zaten işin rengi çoktan değişmişti. elbette 12 ton sistemi bir anda ortaya çıkan bir anlatım biçimi değil. fakat o güne dek belli ölçüde korunan, klasik armonideki anlamıyla dizonantın yarattığı gerilimin konsonanta çözümü -ki her ikisini de belli bir ton merkezinin kabulü, ama aynı zamanda da dönem dinleyicisinin "beklenti"si belirler ve 20. yüzyıla kadarki müzik tarihi bu beklenti duvarının derzlerinin bestecilerce yavaş yavaş oyularak sürekli bir sökümü ve yeniden inşası olarak da okunabilir- o dönemde radikal bir biçimde reddedildiğinden bu yana bile çok şey değişti. bu döneme yeni müziğin ergenlik dönemi, isyankar çağları diyelim biz. eski müzik yeni müziği ve onun ifade etmek istediklerini anlamıyor, kuralları sanayi toplumunun ifadesine izin vermiyordu ve sonu tabi isyan.
her ne kadar 12 ton sistemiyle sınırlı kalmasa ve kendine kimi zaman daha ılımlı, kimi zaman da daha radikal olabilen pek çok farklı dil yaratmış olsa da büyük ölçüde ergenliğindeki isyanıyla şekillenen kişiliğiyle yeni müzik bir gerilim-çözülüm dinamiğinden çok bir düğümler dizisi. hatta kimi zaman uzun soluklu bir tonun (ya da ton kümesinin) sonsuz bir decrescendoya hapsedilmesi ya da elektroakustik elemanların olanaklı kıldığı duymanın sınırlarını zorlayan frekans ve tınılar aracılığıyla, yegane çözülüm olan eser sonunu bile bizden esirgediklerini düşünüyorum 20. ve 21. yüzyıl bestecilerinin. haksızlık etmemeliyim gerçi. kimi eserlerin algı anının dışına da taşan sürekliliği, kullanılan malzemeden bağımsız bir şey ve belki de estetiğin de ötesinde (var mı öyle bir olasılık?) bir anlamlandırma/anlamlandıramama alanı açmaya kadir. ama ben yazıya başlarkenki düşünce sürecimi takip etmiyorum ve konuyu dağıtıyorum gene. Cage'e gelemedim bir türlü. o yüzden ileri atlayıp arayı sonra doldurayım en iyisi.
Cage büyük bi hayranlık beslemediğim, zaten pek de tanımadığım bir besteci. wikipedia bana müzikle sınırlı kalmayıp performans ve resimle de uğraştığını, yazıyı yazarken rastladığım bir başka video ise, eserin bende yaptığı Duchamp çağrışımının ortak çalışmalarda vücut bulduğunu söylüyor. zaten 4'33'' de müzik sınıfına sokulup sokulamayacağı üzerinde karar kılınanamamış bir eser (ah nerede o neyin sanat olup, neyin olmadığını bilebildiğimiz eski güzel günler). Cage eseri sessizlik, ses ve müzik, klasik müzik icracılığının etrafında örülü duvar ve dışında bıraktıkları (hata, ortam sesi, bestecinin sözde anlaşılabilir niyetinin dışladığı her şey) ya da işte artık her neyden yola çıkarak yazdı bilemiyorum. benim programlı müzik olarak nitelendireceğim bu eserin programı, aslında bestecinin eser üzerine üzerine söylediklerini de içermeli ama ben temel malzemeyi ele alayım yoksa sadece bir düşünce silsilesinden yola çıkarak başladığım bu yazının sonu gelmeyecek.
partitür performans süresini ve üç bölümün başlıklarını veriyor. tek bir notanın dahi çalınmadığı eser, her ne kadar klasik armonini gerilim/çözülüm dinamiğinden çook uzakta görünse de gene de bir düğüm atıyor. üstelik dinleyici/izleyici ortamda yarattığı gülütüyle ses metninin oluşumunda aktif rol oynuyor. özellikle videoda solo piyano için yazılmış bu eserin orkestra uyarlaması işi biraz daha ilginç kılmış. şefin enstrümanı olan orkestra yapay bir bütündür ne de olsa. beş parmağın beşi bir değil. şef işini ciddiye alsa da kemancının dudaklarında saklı gülümseme de icranın bir parçası işte. ve her ne kadar seyirci başlığın belirlediği süre sona erdiğinde alkışlarla bir sona, bir çözüme ulaşmış gibi davransa da eserin kullandığı araçlarla değil de kendisiyle, müzik dışı idesiyle attığı düğüm orada öylece çözümlenmeden duruyor. geleneğin reddi, hala ondan bir şeyler içeriyor. serimden ve çözümden vaz geçiş, sadece farklı bir söylemin araçları. of neyse, en iyisi ben sözü 4'33''e bırakayım.


sonuna kadar izleyene benden espresso.

Perşembe

guapa

ben Maria. şu anda gözlerim kapalı. daha bir kaç saat önce altımdan kayan dünya karla örtülü. karların üstünde dallar, dalların üstünde biz. benim gözlerim kapalı ve o bana sanki tüm yaşamıymışımcasına, sıkıca sarılmış. içinde çıplak bedenlerimizle yan yana uzandığımız kuytumuz uyku tulumumuz. ve sen sevgili Hemingway, benim sevgili tanrım. gözlerimi kapattığın ve bu anın mutluluğunu derin bir uykuda olduğum yalanıyla bizi dikizleyen gözlerden saklayıp sadece ve sadece bana bahşettiğin için sana şükrediyorum.

Pazar

after-landing applause revival organisation

ALARO merkez komitesi olağan haftalık toplantısı gündem taslağı:

- merkez komite genel sekreteri hibon'un açılış konuşması
- alkış örgütleme alt komitesinin hazırladığı eylem raporunun görüşülmesi
- yeni kuşak gurbetçiler ve beyin göçmenleri arasında örgütlenme potansiyelinin daha iyi değerlendirilebilmesi için yol haritasının revize edilmesi ve eylem takvimi oluşturulması
- kardeş Akdeniz ülkeleri ile ortaklaşa düzenlenecek "sosyopolitik ve kültürel dönüşüm ve iniş sonrası alkışın dünü, bugünü, yarını" sempozyumu için davetli konuşmacı listesinin gözden geçirilmesi
- aylık ALARO bülteni yayın kurulu ve dağıtım komisyonu için adayların belirlenmesi
- pilot ve kabin personeline yönelik kabin içi alkış yönlendirme seminerinde sunulacak bildirlerin ve eğitim programının güncellenmesi için alt kurul seçim listelerinin oylanması
- Berlin Schönefeld'de inşası süren yeni merkez komite binasının son durumu ve bütçe açığına ilişkin raporun komite üyelerine okunması ve tartışmaya açılması
- ALARO kadın ve çocuk kollarının oluşturulmasına yönelik temel ilkelerin belirlenmesi
- yıllık ALARO mangal partisi organizasyonunda görev alacakların program ve bütçe önerilerinin değerlendirilmesi
- açık gündem
- dilek ve temenniler
- iniş sonrası alkış sırasında diğer yolcular tarafından yalnız bırakılan yılmaz ALARO yoldaşları için bir dakikalık saygı alkışı ve kapanış

Perşembe

çaylar şirketten

bana sorarsanız (ki siz sormasanız da geçenlerde biri sordu; yoksa ben kendi keyfime yazmıyorum bunları) uzakmesafe ilişkileri, yalnızca acıktığında yemek yiyen ve doyduğunda yemeye son verebilen insanlar içindir. yeme zevki hiç bitmesin diye çatlayana kadar tıkınandan uzakmesafe ilişkicisi olmaz. sonradan acıkacağını düşünerek eline geleni lüpleten bizden değildir. uzakmesafe ilişiği, uzun otobüs yolculukları sırasında indibindi yapılan küçük anadoluşehri otogarlarında kendini aracın dışına atıp muavinin "abla şimdi gidiyoruz"larına kulak asmadan arka arkaya iki sigara yakan, son sigaranın son çekişleri arasında nefes dahi almayan kişilerle yaşanamaz. iki misal kısa kaldı, üçüncüsü lazım diye boş boş ekrana bakan adamın hazin bir sona mahkum uzakmesafe girişimine ise güler geçerim. hah!

Çarşamba

gibt es?

bugün bir köşede okunmadan zamanını dolduran, ve dahi tozlanan kitapları kütüphaneye iade etmeden hemen önce, anlamayı pek isteyip nasılsa anlamayacağım için elimi bile sürmediğim iki kitaptan birini çantadan çıkartıp rastgele bir sayfasını açtığımda gözüme o çok meşhur cümle ilişti.
"es gibt kein richtiges leben im falschen", dedi bana Adorno.
"nasıl yani, anlamadım", dedim ben. bana kötü kötü baktı. korkumdan kitapları vermeden evime döndüm.

Cumartesi

asmayalım


"Bing Crosby'nin sesi susuyor. plak yeniden kümedeki yerine dönüyor. mor ışık sönüyor. bütün bu mekanizmayı çalıştıran, Bing Crosby'ye şarkı söyleten, orkestraya müziği çaldıran nikel durduğu noktadan kazancın biriktiği kutuya düşüyor. çoğu paraların tersine bu nikel gerçekten bir iş yapmış, bir tepkinin fiziksel sorumlusu olmuştur", diye yazan pek muhterem Steinbeck benim asıl takıldığım, ama hadi bağlamını da es geçmeyelim, yazıktır diye yalnız bırakmadığım şu son cümlesiyle insanı bir an metnin dışına, uzaklara, bakkala iki malboro almaya, gidip bi çay koymaya, odanın köşesinde tek ayak üstünde değer üzerine kafa yormaya falan gönderebildiği için beni allak bullak mesut etmiştir.

Perşembe

allahımköretbenii

kavanoz kapağından anında bozma kül tablamda duran saatler önce sönmüş yarım sigarayı yaktıktan sonra, evden alelacele çıkarken sigarayla birlikte yarım bıraktığım yazıya devam etmek mümkün değil. çünkü ben son yedi saat içinde gene değiştim. onca acılar çekerek veremediğim kararı, beni motive etmeyi kendine düstur edinmiş hocam üç cin tonik eşliğinde altüst etti. ben şimdi gene sabah kalkıp çalışma, sonunda kimseyi takmadan istediğim gibi çalma hayalleri kuruyorum. bunun için çalmak istediğimi var sayıyorum öncelikle. ya da daha önce yok sayıyordum. bana söylemesi gerekenden, söylemesi meşru olandan çok daha fazlasını, pişman olacağı kadarını söyledi. benim hocam bir yalancıdır. ama ben yalanlarına karşı kendimi ne denli hazırlasam da kanarım. yalanının barizliğinden mütevellit iyi bir yalancıdır. densiz bir adamdır. lafının nereye gideceğini bilmez. bazen, ben çaldıktan sonra bir türlü sonunu getiremediği söylevlerini çekerken kendi sesinin büyüsüne kapılan bir çocuğu dinler gibi sabrederim. söylediklerini yanlış anlamayacağıma dair teskin ederim aydığında. ona inanmadığımı hissettiririm ama bir yanım inanır. inanmak isteyen yarıma sözüm geçmez. o yarı, çaresizce duymak istediklerini çıkarır bu laf öbeğinden. kendi kriterlerini koyar ve onaylar. o yarının ağzımasıçmışlığını bildiğimden yokmuş gibi davranırım karşımda başkaları varken. karşımda kimse olmayınca da açarım ağzımı, yumarım gözümü.

doksan beş

karnında büyüyen bir his ya da aklında büyüyen bir düşünce, hangisi belli değil. midesinin karanlığı içinde daha da karanlık bir nokta. gittikçe açılıyor, büyüyor, yayılıyor ve içine düşüyor. düşme hissi bir anlığına orada.
çocukluğunun geçtiği evin küçük tuvaleti. göremese de etrafı bir yığın ıvır zıvırla dolu. vidalar, contalar, paletler, yedek su bidonu, plaj hasırları, kırık uzaktan kumandalı araba, matkap uçları, yedek tüp, zıpkın, kedinin kumu, yırtık yağmurluklar, çekiç, çivi ve önünde alaturka tuvaletin mermeri içinden sosnuza açılan o delik. yedi yaşında, bir gece vakti kusuyor. çıplak ampul yanmasına rağmen aklı kararmış. göz kapaklarının arasından ışık sızıyor. bir krampla iyice sıktığında örtülü gözleri kendi ışıltılı beyazlığını yaratıyor ama hala karanlık. içinde hummalı bir hareket, neredeyse çalışma var. bidonlarla, yok kamyonlarla kusmuk taşınıyor içinde daha önce varlığını hiç fark etmediği bir yokluktan. bitmeyecek. arkası hiç kesilmeyecek. yokluğun sonu yok çünkü.
üzerinde forması, florasanla aydınlatılmaktan ziyade karartılmış duygusu veren bir kitapçının basık asma katında, onaltıyaşındaonaltıyaşında sabırsızlıkla dikilirken raflara göz atıyor. gözüne zörç pembe kapaklı, büyük formatta basılmış kalınca bir kitap ilişiyor. yazarı pek sever ama kitabı nasıl olmuşsa daha önce görmemiş. adını duyduğu kitabı hiç böyle hayal etmiyordu. rafa uzanıp eline alıyor ve kitap tahmin ettiğinden ağır çekiyor. kasları hazırlıksız kolunun bir an beklenmedik ağırlıkla aşağı düşmesi ve toparlanması arasında boşluk yeniden açılıyor. kitap elinde. büyük ama çok büyük değil. olması gerekenden kalın ve ağır. içinde bir yazarın henüz gerçekleştirmediği yazarca fikirleri, şiirleri, denemeleri, hikayeleri toplanmış. ardında ise kitabı bile yutabilecek delik gittikçe büyüyor. kitaptan geliyor boşluk. boşluğun anahtarı kitap. bir an için dokuz yıl önceki o bir türlü bitmeyen gecenin anısı aklını ve algısını işgal ediyor. daracık tuvaletteki ıvır zıvıra bir de turuncu sönük deniz kolluklarının arasına saklanmış pembe kapaklı kitap eklenmiş. o tarihte henüz yazılmamış olan kitabın orada olduğundan emin. kitabın içinden geçmişe de gidilebiliyor demek. kasılmalara dönüşmeden mide bulandırabiliyor kitap. her şeye ve hiçbir şeye uzanabiliyor. ama tek başına değil. o bütün kitapların temsili şimdi. tüm kitaplar pembe kapağın ardında bir araya gelmiş, yoğunlaşmış. harfler arasındaki boşluklar kaybolup tekrarlayan sözler birleşince sığışmışlar oraya. kitap, kitaplar sonsuza dek orada. fakat etkisi öyle anlık ki içeri giren iki kişinin varlığıyla yok oluyor. delik onu yutmadan küçülüp kapanıveriyor. ıvır zıvır değil, kitap rafları dolduruyor odayı. geride bir parça bulantının izi kalmış. kitabı, aldığında rafta açılan boşluğa geri koyuyor ve adının seslenildiği yöne, arkadaşına doğru ilerliyor.

Çarşamba

kalıp basma

- sen, mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
- ben de ne zamandır bu soruyu sormanı belkiyordum Nazımım. yapamam. ama gün gelir, biri senin resmini yapar. saçların alev almış, gözlerin menevişli olur. onu poster diye basarlar duvara asmalık. altına da bir bu kadar bilindik şiirini koyarlar. var ya hani, en güzel... diye başlayan en bildik kısmı. sonra on beşinde bir yeni yetmenin odasını süslersin. şiir okumasa da, üzgün olunca mutluluğa benzer bir şeyler hissetmek için seninkine bir göz atıp yanağını okşar.
- okşadığı ne benimdir, ne de mutluluğun resmi. benim resmimdir, sadece bir resimdir.
- öyledir elbet. ama umuda yataklık yapma becerisine de sahiptir aynı zamanda. bıraksan al çeperli elma da öyle olacaktı. sen istiyorsun ki işin kolayına kaçmayalım. hak edilmiş bir şey olsun mutluluk. bir zafer, fetih olsun, bayrağımızı dikelim mutluluğun topraklarına. acının içinden geçince mutluluğa varalım. ya da belki sen değilsin bunları isteyen. öte yandan sen de çok iyi biliyorsun ki mutluluk nasıl gelirse gelsin çok şükür diyene kadar zaten uçup gitmiş olacak. bak üzerine bir on sene daha koy, kendini mutsuzlukla dibine kadar kanırttığı anda eski yeni yetmenin aklına senin acılarının iması o resim, o şiir gelecek. ama boş verelim bunları. senin yolun uzun. kahveni soğutma, hadi.