Pazar

Das dreißigste Jahr

"Neden bir yaz boyu yıkımı ya da yükselişi esrimede aradım? Elbette yalnızca, vakti zamanında birinin üzerinde çalmış olduğu bir kaç notayı çaresizce çeşitleyerek, öfkeyle bunlardan kendi imzamı taşıyan bir parça tını yaratmaya çalışan terkedilmiş bir enstrüman olduğumu kabullenmemek için. Benim imzam! Sanki bir şeyin imzamı taşıması söz konusu olabilirmiş gibi! Yıldırımlar ağaçların içinden geçip onları yardı. Delilik insanların üzerine geldi ve içlerini parçaladı. Çekirge sürüleri tarlalara yağdı ve diş izlerini bıraktı. Taşkınlar tepeleri, seller yamaçları harap etti. Depremler dinmek bilmedi. İşte bunlar imzadır, yalnızca bunlar!"

Ingeborg Bachmann

Cumartesi

in dürren Blättern säuselt der Wind

uyku gel. gelmiyor allahsız. dönüyorum. aklım O. S., sonatenhauptsatz ve G.'ye ilişkin düşüncelerle karışmış. aç karnım gurulduyor. ben Çetin olmuşum. orman büyüyor benim odamda da. sağa sola bakınıyorum, ortada canavar falan yok. zaten benim üstümde de kurt adam kostümü yerine basma şalvar ve salıpazarından alınma beş liralık svetşört, ayağımda isviçre bayrağı desenli terliğimsiler var. patikayı takip edip ormanın dışına çıkıyorum. heryerler bozkır. orada, uzakta sarı bir köy görünüyor. oraya ilerlerken yanık kokusu geliyor burnuma. orman yanıyor. karşıma kavruk bir adam çıkıyor. korucular geliyor diyor. bizi koruculardan koru. oysa ben koruculardan sadece korkabiliyorum. pokemonlar akın akın kaçıyorlar yangından. elimi şalvarın cebine atıyorum. ne para çıkıyor ne taso. adam bir peh çekip arkasını dönüyor ve pokemonların peşinden gidiyor. ben de koşmaya başlıyorum. güneş feci kızdırmış. ter içinde kalıyorum, tuzlanıyorum. yavaşlayıp bakışlarımı bir sonraki adımı atacağım noktaya sabitliyorum. taşlar terliğimsilerin koruyuculuktan uzak ince tabanından ayaklarıma batıyor. birden bir çift postallı ayak görüyorum bir adım ötemde. başımı kaldırmıyorum boşuna. vursun beni. bir paketten ucunu çıkarmış sigarayı uzatıyor. yok sağol, şimdi söndürdüm diyorum. aa demek ormanı sen yaktın diyor bana. ormanı ben yakmışım. orman benim diyorum, yakarım. sen de bizdensin diyor. başımı kaldırınca daha yirmisini görmemiş bir yüz duruyor karşımda. sen çocuksun, anlamazsın. korkuyla gözlerini arkamda bir noktaya dikiyor. atıyla çıkagelen Erlkönig terkisine atıp götürüyor çocuğu. ben gene bir başıma kalıyorum. hava kararmış. gece iyice ilerlemiş. yerler toz içinde. nefes aldıkça öksürüyorum. dönüyorum. uyuyabilrilim. uyu. uyudum.

Pazartesi

kærlighedsscene



"beautiful women and a mystery. isn't that how all film noirs begin?"

Pazar

düşeyazmak

- ah kusura bakmayın sizi beklettim.
- önemi yok, biz de yeni geldik zaten. Jonas gecikeceğinizi duyunca çok üzüldü. gerçi daha uzun sürer sanıyorduk.
- neyse ki çok rötar yapmadı tren. hem ben de karda ne kadar hızlı yürüyebildiğimi keşfetmiş oldum. nasılsın Jonas? hadi sen sınıfa geçip gitarını çıkart. ben de geliyorum şimdi. evet, düşmeden onca yolu koşturabildiğime seviniyorum. gerçi gelirken içimi karın hayatı durdurabilmesi gerektiği duygusundan doğan bir isyan kapladı. sıcak evlerimizin içinden dışarıya bakıp yavaşça düşen kar tanelerini izlerken hiç bir şey yapmama lüksüne sahip olabilmeliyiz bence. ıslak ayakkabılarla saatlerce yollarda sürünmek hayatın adaletsizliğine küçücük bir değinme. hoş çok şey beklemem benim sorunum. birazcık aklı olan bir insanın mutlu olmayı beklemeyeceği bir dünya burası. bense hala karın ve soğuğun dehşetiyle korkudan altına işemiş çocuklar gibi ayaklarımızı çevreleyen küçük göletlerimizin ortasında oturduğumuz trenin sıcaklığının daimi olmasını dileyecek kadar aptal olabiliyorum. belki sizin için drum farklıdır. ne de olsa böyle kışlara alışıksınız. oysa dün Sukanya ile "burada" olmaktan ve "orada" olmamaktan konuşurken sürgünün romantizmine kaptırmıştık kendimizi. kendimizi, arka plandaki farklı kültürün oluşturduğu kontrastın bizi olduğumuzdan çok daha aslındaneolmayaçalışıyorsakoymuşuz gibi gösterdiği bir resme yerleştirip bunu yalnızlıkla çerçeveliyoruz. ortaya pek leziz bir tablo çıkıyor. ne oldu Jonas? geliyorum şimdi hadi sen sınıfa. hah, öte yandan o tabloyu sergileme olanağı sunacak karşılaşmalar elzem. resimden gözünün ta içine bakabileceğimiz bir izleyici. ya da yanımıza yöremize çiziktirilmiş, biricikliğimizi daha da belirginleştirecek ikinci, üçüncü figürler. hele bi onlar kendilerini göstersin de açılar, yerleşim, oranlar falan işin ayrıntısı. şöyle de diyebiliriz: ben hala bir romanın ortaya yeni karakterlerin çıkabileceği ilk sayfalarında olduğuma inanmak istiyorum. gidişata yön verebilecek asli karakterler. ama zamanın akışı ve üslup çoktan belirlenmiş. o konuda yapacak pek bir şey kalmadı. artık geçen süreyi farketmek için mesela sizin sürekli yaptığınız gibi saatime bakmama gerek yok. ne o bize ne de biz ona bir değer yüklemeden akıp gidiyor. değişkenler ve sabitler bize bunu hissettirmek için yazar tarafından itinayla belirlenmiş. gerçi ben birinci tekil anlatımlı bir roman olsun isterdim. merkezi güçlü cinsinden. bakış açılarının çeşitliliği kandırmacasından uzak, tek sesli bir metin. tek bir gerçekliğin güvencesini vermeye daha yakın oluyorlar ne de olsa. efendim Jonas? tamam geliyorum. sen ödevini bir kez daha çal, ben bitmeden ordayım. nerde kalmıştım? geçenlerde hayatın anlamını da çözeyazdım zaten...

uhuh çizgisi

bir kaç zamandır, hafızalarda yer eden her lise öğretmeni gibi nevi şahsına münhasır bir insan olan resim hocamız Z. misali kafamı hafifçe geriye atıp göğsümü ovuştura ovuştura "yavrum yapmayın galbim sıkışıyor" diye hırıldamak istiyorum. hissettiklerim, natürmort konusunu işleyeceği derse model niyetine getirdiği turunçgil ağırlıklı meyve yığını, o sınıfı turlarken pis öğrenci milleti tarafından yendiğinde ve masasına dönünce sadece bir kabuk yığını bulduğunda hissettiği şeylerle şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyor olabilir eğer bu konudaki varsayımlarımda yanılmıyorsam. serzenişlerinin işe yaramadığı noktalarda uyguladığı ağzından tükürükler saçtıran kesikli bağırışlarını da benimsememe az mı kaldı ne? bağırdığı sürece sesin şiddetinden sımsıkı kapalı, kesintilerde hiç olmadığı kadar büyümüş küçücük gözlerindeki bakış bir adamı öldürebilir ama bir liseliye işlemez. o da muhtemelen bunu biliyordu. beni ise şimdilik ipek örtünün ardından gözümün içine parlayan güneşin gölge oyunuyla irileştirdiği kar taneleri idare ediyor. peh!

Çarşamba

gaste

sevgili Radikal,

Pınar Selek'in tekrar ve tekrar yargılanması karşısında sempati, Baykal ve Erdoğan'ın incilerinden ise antitipati dermek için bunları seçmece görsellerle gözümüze sokmana gerçekten, ama gerçekten hiç gerek yok. iyi niyetini anlıyor fakat kimi zaman tahammülde zorlanıyorum.

hibon

Salı

everyone says i hate you

birbirini parçalayan bir bütünüz. karanlık bizi birbirimizden ayıran tüm ayrıntıları silmiş. hangi kolun bana, hangi gövdenin ona ait olduğunu yalnızca biz bilebiliriz artık. bir anda kendimi altından kurtarıp üste çıkıyorum. mengene gibi kıstırmış sırtımdan. yüzümü boynundan uzaklaştırmayı başardığımda başının arkasında avuçlayabildiğim kadar saçı, alnından aralarına daldırıp ensesine doğru kaydırdığım sağ elime doluyorum. zifiri karanlığın içinde birden iki parlak nokta beliriyor. sanki bütün bu zaman boyunca gözlerini kapalı tutmuş ve ışığını saklamış bu an için. bütün aydınlığı emip odayı o karartmış. iki eliyle kavradığı saçlarımdan hırsla kendine doğru çekiyor beni. direniyoruz. sonra kendimi bırakıp kulağına doğru eğiliyorum.
"senden ne kadar çok nefret ettiğimi biliyorsun değil mi?"
"peki ya sen?"
kopartırcasına ısırıyorum kulağını ve o diziyle taşaklarıma bir tane geçiriyor.

Cuma

bibbi snurr


çamaşırları asarken nevresimi en sona bırakayım dedim. ne de olsa en zoru odur. onun sırası geldiğindeyse hafifçe silkelediğim nevresimin alt sağ köşesinde bir ağırlık olduğunu fark ettim. 240a 220lik bir nevresimin tee öteki köşesine uzanmak kolay iş değil tabi. ben de en temizi ağırlık yapan köşeden itibaren yarıya kadar yatağın üzerine serip elimi içeri soktum. köşeye ulaşamadım bir türlü ve canıma tak etti. daldım kafadan nevresimin içine. nevresimi giye giye köşeye doğru ilerledim. yıpranmış sütyenimin askısı göründü sonunda. tam ona doğru uzanacakken benden uzaklaşmaya başladı sütyen. nevresim uzadı, açıldı. yeşil bir mağaraya dönüştü. şaşkınlıktan dizlerimin üstüne düştüm. mağaranın karanlık ucunda sütyenden eser yoktu artık. ayağa kalkıp ilerlemeye başladım. bir ışık peydah oldu. yeşilin yerini bıraktığı karanlığın da yerini kör edici bir beyazlık aldı. kamaşan gözlerimi kolumla örterek sıcak aydınlığın içine girdim. hiçten yükselerek kulaklarımı dolduran cırcır böceklerinin cırıltısıyla önce bir gözümü sonra da diğerini açtım. corçausun eğik balkonundan vadiye bakıyordummuş bir anda. çok mutluymuşum. merhum yeni bir kitap yazmışıdı. sert ot yastıklara sırtımı dayayarak onu okuduğumun masalıdır.

skt050210

sigara içerken can sıkıntısından masanın üstündeki kararmaya yüz tutmuş ve yumuşamış avokadoya hafifçe işaret parmağımla bastırarak oyalanıyorum. birden dank ediyor. aylardan beri ilk defa nereden geldiğine bakmadan bir şey almışım. hoş avokadonun Hollanda seralarında yetişmeyeceği aşikar. demek pis boğazlığım kontrolü ele geçirmiş o anda. zaten bu sabah sıvı sabun pompasını doldururken de elimin ayarı kaçmış ve bir mokalaç sabun lavaboya akıp ziyan olmuştu. hem sonra ihtiyacım olmadığı kadar ekmek yemiştim N.'ye kahvaltısında eşlik ederken. bulaşıkları yıkarken bir sürü su. buzdolabında yenmeyi bekleyen ve bozulmalarına ramak kalmış yiyecekler. tüm günün sarfiyatları sıralanıyor arka arkaya. politik ataletimin vicdan azabını hafifletmeye çalışırken edindiğim refleksler de zayıflamış iyiden iyiye, onu anlıyorum. parmağım avokadoya gömülüyor ve kabuğunda bir delik açılıyor. vıcımış üst katman parmağıma bulaşıp tırnağımın arasına doluyor. harekete geçmem gerektiğine dair tensel bir mesaj bu. toparlanıp kendime geliyorum ve önce küçük adımlar diyorum kendime. gene de elimi çabuk tutmalıyım. alelacele buzdolabına seğirtiyorum ve kendi rafımda yatmakta olan biramı açıp bozulmadan kafaya dikiyorum.

Çarşamba

bin-jip


"it's hard to tell that the world we live in is either a reality or a dream."

Pazartesi

dua

Allahım, ne olur affet beni. sana sığındığım için affet. ikiyüzlülüğümü mazur gör. ne olur Allahım, beni benden koru. aklımı al benden. düşünmeyeyim. lütfen, lütfen öldür beni. Allahım acı bana. kendimi sana muhtaç kıldığım için acı. kendi yalanıma inanmadığım için. Allahım ne olur bana yardım et Allahım. beni çocuk yap Allahım. Allah baba beni kadın yap. benim erkek Allahım. beni sev Allahım ve ana acı. beni sevmek zorunda bıraktıklarıma karşı işlediğim bu günahı affet. kendimi yüklediğim herkes için affet beni. Allahım beni ergen yap ki mutsuzluğum meşru kılınsın. beni legalize et. sana inandığım için bağışla. Allahım al benden özgür irademi lütfen. lütfen al ve kıçına sok Allahım. beni seçim yapmaktan esirge. beni delirt. Allahım, Allahım acının işlevi neydi bana onu söyle. konuş benimle. oku dedin okudum Allahım. ağzıma sıçtın. beni yanına al ve içimi temizle. sarıl bana Allahım. bana akıl ihsan eyle. beni farklı kıl. beni sevgili kulun yap Allahım, sevgilin yap. beni terk et Allahım. beni öldür ve yeniden dirilt ki geride bıraktıklarımın kefaretini ödeyebileyim. ve beni özlenir kıl. Allahım beni benden al, başkasına ver. acıma katık ettiklerimin vebalini sen üstlen. Allahım, of Allahım. lütfen. lütfen. lütfen.