Özgür Özel: “Oyunu bize ver” diyen kişi bugün AK Parti'ye geçti
-
İstanbul kongresi davasındaki ses kaydını da hatırlatan Özel, "Sana para
verelim, oyu bize ver" diyen CHP'li Belediye Meclis Üyesi'nin bugün AKP'ye
geçtiği...
Perşembe
vıjjt
hani böyle insanın duruşuna, ifadesine, otizikidişgülüşüne yansıyan hayasız bir mutlulukla çirkinleştiği fotoğraflar vardır ya, vardır. hah, işte onu diyorum. o fotoğraftaki çiğ/saf sevinçle çarpılmış parlak yüze bakıp bakıp istemeden de olsa, o anda aslında hiç de mutlu olmadığını hatırlayınca/kurunca iş iyice boka sarıyor. kayda geçirilen ana en bi filtrelerden geçirilmiş melimalı mutluluk hali mi yansımıştı, ne olmuştu? ya da daha iyisi, mutluluk neydi ki? mutluluk emekti. yok lan, o sevgiydi. gerçi mutluluğun sevgiyle içeriği henüz tam olarak netleşmemiş seviyesiz bir münasebeti vardı. ise ve iseydiyse o zaman mutluluk hakkaten emekti. bak, aklım sürçerken de bi bildiğim varmış demek!
Pazartesi
ich armer Mensch
off her yanım ağrıyor. üç günün hareketsizliği. üstüme ölü toprağı serpilmiş, öyle bir atalet. insanın yattığı yerden kalkası gelmiyor. bütün o kalabalık, çöl manzarasını seraplara boyayan güneş rüyamın bir uzantısı gibi. ne olmuştu rüyamda? M.'den çocuklarım olmuştu sanırım. hatta biri ölmüştü. onu kuma gömmeye çalışıyorduk. kazdıkça yıldız çıkıyordu. M.'yi unut şimdi. geçmişiyle asla yüzleşemedin ve onu haketmedin.
peki ne yapmalı? tası tarağı toplayıp gitmekten başka çarem var da sanki. mülkiyetten azade olmanın en güzel yanı bu işte. yerimden kalktığım anda arkama bakmadan yola koyulabilirim. mesele yönü tayin etmekte. babama gitsem... herkesin ortasında haykırıp O'nu rezil ettikten sonra beni kabul eder mi ki? bir dakika ya, ben mi O'nun ayağına gidecekmişim, asla! O değil mi beni terkeden? peki ya terkedilenin aslı esası? yok onun söylenmesine daha asırlar var. Oysa O'na baba diyerek beni gerçekten büyüten iyi kalpli budalayı ben terkediyorum. hepimizin çekecek cezası var, O'nun da. ilahi adalet tapel ediyorum. hah, hem de kelimenin tam anlamıyla.
ceza demişken, bu saatten sonra kimsenin günahını üstüme alacak değilim. işte çobanınız konuşuyor; her koyun kendi bacağından asılır. bu artık böyle biline. kim bilir belki de gitmeden ardımda birşeyler yazıp bırakmalıyım. söz uçar yazı kalır. bunun için fazla beklemeye gerek yok işte. namımla beraber yürü gider bu, ağzımdan dökülen pek çok şey gibi yanlış anlaşılır. peki neyi yazacağım? bugüne kadar hep başkalarının sözlerini aktarmadım mı karşıma çıkanlara? benim gibilere, kendi sözünen yoksun adamlara acır mı ki insanlar? acısalardı burada yatıyor olmazdın. o yüzden benden çıkacak ilk gerçek sözleri de bilmeyi haketmiyorlar onlar.
O'na da, hepsine de lanet olsun. çıkmayacağım buradan. burada, yattığım yerde çürüyeceğim. parçalayıp tükettikleri etimin kokusuyla başlarına bela olacağım. insanlığımı ve incinebilirliğimi gözlerine sokacağım. M. de hep bir orospu olarak kalacak. gelip mezarımda orospu gözyaşları dökecek. gözümü açan J., ah, tek gerçek dostum. bana da şimdi onun sunduğu bu sert yatakta çözülmek, toprağa ve havaya karışmak kalıyor. ne adım ne hikayem anılmayacak.
peki ne yapmalı? tası tarağı toplayıp gitmekten başka çarem var da sanki. mülkiyetten azade olmanın en güzel yanı bu işte. yerimden kalktığım anda arkama bakmadan yola koyulabilirim. mesele yönü tayin etmekte. babama gitsem... herkesin ortasında haykırıp O'nu rezil ettikten sonra beni kabul eder mi ki? bir dakika ya, ben mi O'nun ayağına gidecekmişim, asla! O değil mi beni terkeden? peki ya terkedilenin aslı esası? yok onun söylenmesine daha asırlar var. Oysa O'na baba diyerek beni gerçekten büyüten iyi kalpli budalayı ben terkediyorum. hepimizin çekecek cezası var, O'nun da. ilahi adalet tapel ediyorum. hah, hem de kelimenin tam anlamıyla.
ceza demişken, bu saatten sonra kimsenin günahını üstüme alacak değilim. işte çobanınız konuşuyor; her koyun kendi bacağından asılır. bu artık böyle biline. kim bilir belki de gitmeden ardımda birşeyler yazıp bırakmalıyım. söz uçar yazı kalır. bunun için fazla beklemeye gerek yok işte. namımla beraber yürü gider bu, ağzımdan dökülen pek çok şey gibi yanlış anlaşılır. peki neyi yazacağım? bugüne kadar hep başkalarının sözlerini aktarmadım mı karşıma çıkanlara? benim gibilere, kendi sözünen yoksun adamlara acır mı ki insanlar? acısalardı burada yatıyor olmazdın. o yüzden benden çıkacak ilk gerçek sözleri de bilmeyi haketmiyorlar onlar.
O'na da, hepsine de lanet olsun. çıkmayacağım buradan. burada, yattığım yerde çürüyeceğim. parçalayıp tükettikleri etimin kokusuyla başlarına bela olacağım. insanlığımı ve incinebilirliğimi gözlerine sokacağım. M. de hep bir orospu olarak kalacak. gelip mezarımda orospu gözyaşları dökecek. gözümü açan J., ah, tek gerçek dostum. bana da şimdi onun sunduğu bu sert yatakta çözülmek, toprağa ve havaya karışmak kalıyor. ne adım ne hikayem anılmayacak.
Pazar
hanimiş benim Max'ım
kurutulmuş domatesleri nasıl marine etmeli? cevaplanması en elzem soru bu. mükkemmel terbiyenin sırlarına ulaşmak için aldığım bir kutu kuru domatesi gruplara ayırıp aklıma gelen her şekilde işlemden geçiriyorum. vasatın ötesine geçemediysem de umut dolu bir süreç. başarıya ulaştığımda en azından doğru baharatlarla zenginleşmiş güneş kokulu domatesler ağzımda dağılacak. yorganımın karamsar mağarasından çıkartıyor ya beni bu düşünce, o yeter. yoksa sıcak karanlığımı terk etmek pek zor. zira aklın unuttuğunu beden hatırlıyor. ben böyle cümleler kurmamak için direnmekle aynı minvali tekrar tekrar kalıba dökmek arasında gidip geliyorum. ufaktan moral desteği için Adorno başucumda bekliyor. bir soluğun okumaya yetmediği cümlelerinin neredeyse her birini alıntılayıp buraya yazasım var. üçüncü solukta ikinci okumanın daha da derinleştirdiği bire iki veren kavrayamama hali, ardından gelecek cümlenin hazırlığını yaparken her adımda güçleneceğini bildiğim paylaşma isteğimi yorganın altında bırakmak için geçerli bir neden. iki üç fragman sonunda aklım hayata dair daha büyük yanlışlarla dağılmış oluyor, iyi oluyor. işte şimdi, tam şu anda, bu kadar mutluyken ölebilirim, ve hatta ölmeliyimle bu kadar mutluyken, bu mutluluğun dibine vurabilecekken ya da onu hatırlayarak kurup çoğaltmak lazım gelirken lütfen, lütfen, şimdi sakın ölmeyeyim arası bir yer olan o hiçbir şeyin parçalayamadığı vaatkar tamlık sanrısının hükmettiği anların aslında çok da önemli olmadığı duygusu değilse de fikri ile ikna oluyorum yataktan çıkmaya. önemli olan akşam şaraba yatırılmış domateslerin akıbeti. doğru yolu bulmuş olma ihtimali. ya da yaşasın yanlış yaşamı yanlış yanlış yaşamaklar.
Perşembe
Salı
LCE
koşulların da beni zorlamasıyla hayatımda bilgisayar konusundaki erkek egemenliğini kırdım. aslında herşey bilgisayarı açıp kapatarak (ki bugün cern'deki bilimadamları bile koskoca çarpıştırıcıyı açıp kapatarak sorun çözüyorlarsa bence hafife alınmayacak bir pratik bu) pek çok şeyi düzeltebileceğimi anlamamla başlamıştı. uzun süre bilgisayar hakimiyetim bununla sınırlı kaldıysa ve ben bu konuda hep çevremdeki erkek kişilerin eline baktıysam da işte sonunda kendi başına format atabilen, aracı programları bulup doğru porta bağlanıp okulun beleş virüs programını falan yükleyebilen hakiki bir local computer expert oldum.
format süreci ise kendi içinde değerlendirilmesi gereken bambaşka bir heyecanmış. o ne kalp çarpıntısı, o ne adrenalin yarabbim? cd okuyucumun azizliğine uğrayıp da işlem yarıda kaldığında bile pes etmeyip merceği bir güzel okuyup üfledikten ve akabinde herşeyi tıkır tıkır hallettikten sonra epıl ürünlerine karşı mesafem daha da arttı. insan bilgisayarıyla şöyle biraz içli dışlı olmalı, nefesini paylaşmalı, gerektiğinde kavga edebilmeli. piisi dediğimiz meret mek'e göre çok daha insani bir ilişkinin, hemi de daha ucuza vaadidir. ben bunu bilir bunu söylerim.
artık ne kadar korkuyorduysam, hayatımda hiç yapmadığım bir şeyi daha yaparak ağzımdan nereden çıktığı belli olmayan bir besmele kaçırıp da giriştiğim bu işin hayırlı bitmesi beni tanrı konusunda ikinci bir kez düşünmeye sevk edemese de, linux konusunda iyice cesaretlendiriyor. ne yazık ki onun için ikinci bilgisayar şart. ekmek parası. eh ben de paraları yemeye içmeye harcadığıma göre aslında hazır tatildeyken kurup öğrenmeyi planladığım ubuntu biraz daha bekleyecek. yoksa aslında bilgisayarımla arama bırak Steve'i, Bill bile giremez.
format süreci ise kendi içinde değerlendirilmesi gereken bambaşka bir heyecanmış. o ne kalp çarpıntısı, o ne adrenalin yarabbim? cd okuyucumun azizliğine uğrayıp da işlem yarıda kaldığında bile pes etmeyip merceği bir güzel okuyup üfledikten ve akabinde herşeyi tıkır tıkır hallettikten sonra epıl ürünlerine karşı mesafem daha da arttı. insan bilgisayarıyla şöyle biraz içli dışlı olmalı, nefesini paylaşmalı, gerektiğinde kavga edebilmeli. piisi dediğimiz meret mek'e göre çok daha insani bir ilişkinin, hemi de daha ucuza vaadidir. ben bunu bilir bunu söylerim.
artık ne kadar korkuyorduysam, hayatımda hiç yapmadığım bir şeyi daha yaparak ağzımdan nereden çıktığı belli olmayan bir besmele kaçırıp da giriştiğim bu işin hayırlı bitmesi beni tanrı konusunda ikinci bir kez düşünmeye sevk edemese de, linux konusunda iyice cesaretlendiriyor. ne yazık ki onun için ikinci bilgisayar şart. ekmek parası. eh ben de paraları yemeye içmeye harcadığıma göre aslında hazır tatildeyken kurup öğrenmeyi planladığım ubuntu biraz daha bekleyecek. yoksa aslında bilgisayarımla arama bırak Steve'i, Bill bile giremez.
Cuma
Perşembe
İnge
Ihr Ungeheuer mit Namen Hans! Mit diesem Namen, den ich nie vergessen kann.
Bachmann
size biraz Hans'tan söz edeyim. Hans benim erkeğimdir. O'nu kanırtırcasına sevmek ise en büyük kabahatim. Hans aşırılıklardan hoşlanmaz. cüssesinden beklemeyeceğiniz kadar dayanıksızdır ağırlık karşısında. ben O'nun ne güneş yanığı teninin altında kabarmış kaslarına ne de her çarpışı benim yaşama sebebimi tazeleyen kalbine kıyabilirim. göğüs kafesine çöreklenip nefesini daraltan sevgimden tiksinmem işte bu yüzdendir. kızıl altın rengi saçlarını rüzgara bırakmalı, özgür olmalı Hans.
Hans pazartesi ve cuma günleri benimdir. diğer günler öteki kadınlara gider. geldiğinde O'nu banyoya sokar, öteki cehennemlerde üzerine yapışan terini yıkarım. kendi kokuma yer açarım. eğer pazartesiyse banyodan sonra anamdan öğrendiğim bol şehriyeli tavuk çorbası gelir önüne. cumaları ne istersem onu pişiririm. bi tek sarımsak koydurmaz yemeklere. sevmediğinden değil, ağzımda tadını almak istemediğinden. yemeğe girmeyen her sarımsak onun öpüşlerinin vaadidir.
Hans öteki kadınlardayken ben O'nu kurarım. günlerim O'nun denetiminde geçer. her adımımı O'nun aklında tartarım. haftasonu denen cennet O'nun yokluğuyla kurur. salıçarşambaperşembe benim arafımdır. kurmam öteki kadınlara kayıverir bazen. onları nasıl okşadığını bildiğimi sanırım ama bilmem. ve kimi zaman kendimi bir ötekinin yerine koymaya çalışırım. benden ne kadar başkadır kimbilir. Hans'ın kollarında ağzımda soğan kokusu.
bazı geceler ben O'yumdur, O da ben. yeterince uzun süre yanağımın üzerinde tuttuğum sağ elim uykuya dalar, O'nun eli olur. sağımız sarımsak, solumuz soğan. avucumuz gamzemi örter, baş parmağımız sol göz çukurumu sever. sağ gözüm ince dudaklarının hayaline takılır kalır. mutluluk düşümün yarattığı mutsuzluktan ağlamak isterim ama ağlamam. ola ki sevgim hayaletine fazla gelir. ben böyle sabahı ederim, Hans bana gelir.
Hans bana kendini anlatmaz. ben Hans'a Hans'ı anlatmak isterim, O dinlemez. beniyse benden içre bilir. O'nun bakışından birşeycikleri saklayamam. Hans benim içimi kaşıklayarak sevdiğimdir. işte bunu O'na söylesem ağır gelir. o yüzden bırakın da size biraz Hans'tan söz edeyim.
Bachmann
size biraz Hans'tan söz edeyim. Hans benim erkeğimdir. O'nu kanırtırcasına sevmek ise en büyük kabahatim. Hans aşırılıklardan hoşlanmaz. cüssesinden beklemeyeceğiniz kadar dayanıksızdır ağırlık karşısında. ben O'nun ne güneş yanığı teninin altında kabarmış kaslarına ne de her çarpışı benim yaşama sebebimi tazeleyen kalbine kıyabilirim. göğüs kafesine çöreklenip nefesini daraltan sevgimden tiksinmem işte bu yüzdendir. kızıl altın rengi saçlarını rüzgara bırakmalı, özgür olmalı Hans.
Hans pazartesi ve cuma günleri benimdir. diğer günler öteki kadınlara gider. geldiğinde O'nu banyoya sokar, öteki cehennemlerde üzerine yapışan terini yıkarım. kendi kokuma yer açarım. eğer pazartesiyse banyodan sonra anamdan öğrendiğim bol şehriyeli tavuk çorbası gelir önüne. cumaları ne istersem onu pişiririm. bi tek sarımsak koydurmaz yemeklere. sevmediğinden değil, ağzımda tadını almak istemediğinden. yemeğe girmeyen her sarımsak onun öpüşlerinin vaadidir.
Hans öteki kadınlardayken ben O'nu kurarım. günlerim O'nun denetiminde geçer. her adımımı O'nun aklında tartarım. haftasonu denen cennet O'nun yokluğuyla kurur. salıçarşambaperşembe benim arafımdır. kurmam öteki kadınlara kayıverir bazen. onları nasıl okşadığını bildiğimi sanırım ama bilmem. ve kimi zaman kendimi bir ötekinin yerine koymaya çalışırım. benden ne kadar başkadır kimbilir. Hans'ın kollarında ağzımda soğan kokusu.
bazı geceler ben O'yumdur, O da ben. yeterince uzun süre yanağımın üzerinde tuttuğum sağ elim uykuya dalar, O'nun eli olur. sağımız sarımsak, solumuz soğan. avucumuz gamzemi örter, baş parmağımız sol göz çukurumu sever. sağ gözüm ince dudaklarının hayaline takılır kalır. mutluluk düşümün yarattığı mutsuzluktan ağlamak isterim ama ağlamam. ola ki sevgim hayaletine fazla gelir. ben böyle sabahı ederim, Hans bana gelir.
Hans bana kendini anlatmaz. ben Hans'a Hans'ı anlatmak isterim, O dinlemez. beniyse benden içre bilir. O'nun bakışından birşeycikleri saklayamam. Hans benim içimi kaşıklayarak sevdiğimdir. işte bunu O'na söylesem ağır gelir. o yüzden bırakın da size biraz Hans'tan söz edeyim.
Çarşamba
3.442.630+1
bu şehir benim kafamı karıştırıyor. bir yandan her geldiğimde metrolarında küçülüyorum, kalabalığında eriyorum ve bundan hem korkup hem de acayip bir zevk alıyorum, öte yandan aidiyetle dışlanma karışımı bir haller basıyor. gel, benimle yaşa ki al boyunun ölçüsünü der gibi.
dev müzelerinden en bi yenisine gittim dün. restorasyonu üzerine çevirdiğim kıytırık yazının gazına geldim, yoksa müze gezmeyi sevdiğimden değil. Alman müzecilik geleneği karşısında ne sempati ne de huşu duydum. uygun buldum sadece. zaten beynim sulanmıştı. bütün müze boyunca, en çok da Helios'un kendisi kadar olmasa da hala insanilikten uzak gölgesine dalmışken ne zamandır oradan oraya yanımda sürüklediğim hayaletin varlığıyla doluydum. akıl sağlığımın mevcut vaziyetiyle gurur duyuyorum. bana hayaletlerime kendi istencimi dayatma fırsatı tanıyor. bir de araya kendi kurgumda çarpılmış adalet duygum girmese her şey tereyağında.
bu ara Almanca konuşamıyor oluşumu nereye bağlamalı onu bilmiyorum. ufak bir ümit kırıntısı, bunun daha önce de olduğu gibi dil gelişimindeki sıçramanın ön aşaması olduğunu söylüyor. eğer değilse böyle yaşamaya devam edebileceğimi sanmıyorum. tamam, kimi zaman yabancı dili yabancılıktan bağımsız ifade sorunlarıma kalkan etmişliğim olduğu doğrudur. ama şimdi olduğu gibi bildiğim fiillerin etrafından dolanıp binbir kelimeyle hala hedefi tutturamayacaksam hemen pılımı pırtımı toplayayım ben. zaten bahane arıyorum. bu bahane arayışlarına Almanca dolayımlı master planları da dahil. ama Almanca konuşamayacaksam o iş yaş. mız mız mız
dev müzelerinden en bi yenisine gittim dün. restorasyonu üzerine çevirdiğim kıytırık yazının gazına geldim, yoksa müze gezmeyi sevdiğimden değil. Alman müzecilik geleneği karşısında ne sempati ne de huşu duydum. uygun buldum sadece. zaten beynim sulanmıştı. bütün müze boyunca, en çok da Helios'un kendisi kadar olmasa da hala insanilikten uzak gölgesine dalmışken ne zamandır oradan oraya yanımda sürüklediğim hayaletin varlığıyla doluydum. akıl sağlığımın mevcut vaziyetiyle gurur duyuyorum. bana hayaletlerime kendi istencimi dayatma fırsatı tanıyor. bir de araya kendi kurgumda çarpılmış adalet duygum girmese her şey tereyağında.
bu ara Almanca konuşamıyor oluşumu nereye bağlamalı onu bilmiyorum. ufak bir ümit kırıntısı, bunun daha önce de olduğu gibi dil gelişimindeki sıçramanın ön aşaması olduğunu söylüyor. eğer değilse böyle yaşamaya devam edebileceğimi sanmıyorum. tamam, kimi zaman yabancı dili yabancılıktan bağımsız ifade sorunlarıma kalkan etmişliğim olduğu doğrudur. ama şimdi olduğu gibi bildiğim fiillerin etrafından dolanıp binbir kelimeyle hala hedefi tutturamayacaksam hemen pılımı pırtımı toplayayım ben. zaten bahane arıyorum. bu bahane arayışlarına Almanca dolayımlı master planları da dahil. ama Almanca konuşamayacaksam o iş yaş. mız mız mız
Salı
die casting
günlerdir insan ölçüp biçiyoruz. gerekçemiz ev kastingi. gerçi geçen senelerden farklı olarak yalnız değilim. hem 30 yerine topu topu 8 talip geldi bu sefer. gene de mutfakta oturur ve günün üçüncü kahvesi eşliğinde, eldeki azıcık malzemeyle karşıdakini anlamaya/kendini anlatmaya çalışırken sarfedilen tekrar kokulu cümlelerden midem bulandı. sadece benimkiler değil. her ne kadar ben o anda ilk defa duyuyor olsam da onların bizimkinden önce baktıkları diğer evlerde aynı dizilimle tekrarladıkları ve daha sonraki evlerde tekrarlamaya devam edecekleri baştan kokan ardışık kelimeler. bağlamın ve zamanın aralığının dar oluşu aslında gündelik hayatta daha seyrek de olsa sürekli tekrarlayan bu durumu çekilmez kılıyor. belki de diyorum, ilk arayanı almalıydık eve. sorgusuz sualsiz. daha insancıl olurdu. ama hayır. ince elenecek, sık dokunacak. her türden aykırılık gizli bakışmalarla tenkit edilecek. kapı artlarından kapanır kapanmaz çarpık gülümsemelerle bu neydi ifadeleri takınılacak. ben burada günah çıkartacağım.
Pazartesi
*
sigara içilmeyen bir evde neden parti yapılır ve daha da önemlisi ben o partiye neden iştirak ederim kısmını etrafıma boş gözlerle bakınarak sorgularken koridorda, mutfak kapısının önündeki grubun içindeki bir yüz duraklamama yol açtı. bunun küçük kasabamızın o güne kadar gördüğüm en dikkat çekici yüzlerinden biri olduğunu belirtmeliyim. kaç erkek bir anlığına da olsa bana sigara içme isteğimi unutturabilir ki?
kısa duraklama anım mutlu bir tesadüfle renklendi ve onun da tam o anda bana bakacağı tuttu. beni tanıyanların pek iyi bildiği işveli bakışlarımıdan birini attım ben de. yarım bir gülümsemeyle yavaşça başımı diğer yana çevirerek ama gözlerimi bir kırpımlık süre daha onunkilere takılı bırakarak. yanıbaşımda en az benim kadar sıkılmakta olan R. bir anda canlı bir konuşmanın girizgahını yapmamın asli sebebinden bihaber, hemen benim bu yeni ruh halime ayak uydurdu. ve ben kadınların görüş değilse de algı açısının daha geniş olduğunu kanıtlarcasına başımı hiç ondan yana çevirmeden bütün bir süre boyunca onun beni izlediğini bilerek R.'yi bol bol güldürdüm ve kendim de güldüm. ta ki ikinci bakışmaya kadar. fazla boşlamamak gerekir bu işleri.
R.'nin okulla ilgili sözlerini dinlerken cin toniğimden yavaş ve büyük bir yudum aldım. gözlerim onunkilerle buluştu ve R.'ye cevap verirken dahi bakışlarımı kaçırmadım. hemen ardından hızla ortadan kaybolmak zamanıydı. ben de kayboldum. zavallı R.'yi eline tutuşturduğum bardağımla yalnız bırakıp tuvalete doğru seğirttim ve fırsattan istifade makyajımı kontrol ettim. aslında parti başlayalı epey olmuştu ve sigara konusunda değilse de içki konusunda son derece zengin bir geceydi. kimsenin benim hafif dağılmış göz kalemimi, hele ki o loşlukta farketmesine olanak yoktu. gene de bana hüzünlü bir hava veriyordu ve ben hüznüme bir çeki düzen verip öyle çıktım dışarı.
mutfak kapısının önündeki ekip dağılmış, kimisi başka gruplara entegre olmuş kimisi ise içki almaya gitmişti. onu hemen balkonun yanında etrafına bakınırken görüverdim. kendisine birşeyler anlatan hırpani görünüşlü kızı dinler gibiydiyse de aklı başka yerdeydi ve ben o yerin benim olabileceğim muhtemel yer olduğunu umuyordum. R. bu arada ev sahibiyle konuşmaya dalmış, benim çantamı da yanına almıştı. sigara almak üzere çantaya davrandığımda o da benimle birlikte içmek istedi ama ben gizemli iletişim sistememimiz aracılığıyla onu biraz da meraklandırarak yalnız gitmek istediğimi hissettirdim. elinden aldığım bardaktaki pörsümüş limon dilimyle artık pek çekici görünmeyen cin toniğimi tazeledikten sonra balkona doğru kararlı bir şekilde ilerledim. yalnızca henüz çok uzaktayken kısacık baktım ondan yana. yanından geçip balkona çıktım. sigarayı yaktıktan sonra fazla beklememe gerek kalmadı.
ateşini alabilir miyim?
tabi.. şimdi bana partiden benim de mi sıkıldığımı sorman gerekiyor.
nasıl yani? dedi gülerek. ah bu Almanlar dedim ben de içimden.
bir film klişesidir bu. ya da gerçekte klişeleşmemiş olsa da biz Türkiye'de bunu karikatürler aracılığıyla yeni bir kalıba döktük.
ah demek Türkiye'den geliyorsun. peki hangi şehir?
o konuya hiç girmesek? senin gerçekleşmiş ya da gerçekleşmemiş İstanbul ziyaretin doğrultusunda ilerleyecek bir konuşma fazlasıyla sıradan olacak. zamanımızı harcamayalım. hem bak ben sana nereli olduğunu soruyor muyum? aferin bana.
ne sormalıyım?
o konuda yardımcı olamam. sadece ne sormaman gerektiğini söylemek konusunda iyiymdir. ateş isterken iyi bir başlangıç yapmıştın. klasik ama önü açık.
hm. sen de önümü tıkadın. oysa ben flörtün gidişatı konusunda kendime güvenimi kaybetmemiştim daha önce. o bakışlarla ve ses tonuyla güvensizliğe hiç gerek yoktu zaten. ben adilik ediyordum.
flört ettiğimizi kim söyledi?
etmiyor muyuz?
seni bilmem ama ben etmiyorum. çünkü flört edesek ben heyecanlanır ve şu elimdeki cini bol toniği hızla içiveririm.
bence bir sakıncası yok.
inan bana var. ya bana ayak uydurmak üzere sen de hızlanır ve sarhoş olursun ve akabinde benim senden sıkılmak için bir bahanem olur, ya da ben senden önce sarhoş olurum ve göz kapaklarım düştüğünden sen gözlerimin ne kadar kocaman olduğunu farkedip bunu dile getiremezsin. hızlı ama kötü bir telafuzla konuşmaya başlarım ve senin şimdi kulağa hoş gelen hafif Bavyera aksanın sarhoş bir ben için senin söylediklerini anlaşılmaz kılar. şimdi bana adını söyle. hayır dur, önce ben! ben hibon.
merhaba hibon. ben C. eğer sarhoş kafayla flört ediyor olsaydık bile gözlerinin ne kadar da büyük olduğunu atlamazdım sanırım. onunsa gülüşü gittikçe büyüyordu. muhteşem ve kocaman. iltifatını alçakgönüllü bir baş eğmeyle karşıladım ve ayakkabılarına bakıverdim göz ucuyla. tam olması gerektiği gibiydiler. çok yazıktı.
dans edemeyecek oluşumuz ne büyük bir kayıp.
istersen buradan kaçıp m18'deki partiye gidebiliriz. oradaki müziğin ve kalabalığın buna daha elverişli olacağı kesin.
yo, ben onu kastetmemiştim. koşullar uygun olsaydı da ben dans edemezdim. dün evde kendi başıma tüketircesine ettim zaten. içimde bir nebze dans kalmadı.
hadi ama, içini öyle kolay tüketemezsin. böyle şeyler söylememesi konusunda onu en başında uyarmalıydım.
ah evet, tüketemiyorum. ben istesem de tükenmiyor. o yüzden şimdi sigaram da bittiğine göre ortamı terk etmemin zamanı geldi.
gidiyor musun? neden? yeni bir sigara yak! sanırım az önce kalbim kırıldı. şaşırmış ve gerçekten de biraz hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu.
sigaraların ardı arkası kesilmiyor zaten. ama benim artık eve dönüp hüzünlenme zamanım geldi. sigara kadar kötü bir alışkanlık daha. bak şimdiden başladı etkisini göstermeye. aklım buradaki hoş gerilimden uzaklaşıp kanıksadığı karmaşaya geri dönüyor. düşüncemi dolduramadığın sürece seninle flört ediyormuş ya da bu durumda olduğu üzere etmiyormuş gibi yapmaya devam etmem sana, ama daha ziyade bana haksızlık olur. oysa çok mutlu olabilirdik. fakat şimdi seni yanağından bir kere kibarca öpüp sonra da uzaklaşacağım.
*
hoşçakal.
kısa duraklama anım mutlu bir tesadüfle renklendi ve onun da tam o anda bana bakacağı tuttu. beni tanıyanların pek iyi bildiği işveli bakışlarımıdan birini attım ben de. yarım bir gülümsemeyle yavaşça başımı diğer yana çevirerek ama gözlerimi bir kırpımlık süre daha onunkilere takılı bırakarak. yanıbaşımda en az benim kadar sıkılmakta olan R. bir anda canlı bir konuşmanın girizgahını yapmamın asli sebebinden bihaber, hemen benim bu yeni ruh halime ayak uydurdu. ve ben kadınların görüş değilse de algı açısının daha geniş olduğunu kanıtlarcasına başımı hiç ondan yana çevirmeden bütün bir süre boyunca onun beni izlediğini bilerek R.'yi bol bol güldürdüm ve kendim de güldüm. ta ki ikinci bakışmaya kadar. fazla boşlamamak gerekir bu işleri.
R.'nin okulla ilgili sözlerini dinlerken cin toniğimden yavaş ve büyük bir yudum aldım. gözlerim onunkilerle buluştu ve R.'ye cevap verirken dahi bakışlarımı kaçırmadım. hemen ardından hızla ortadan kaybolmak zamanıydı. ben de kayboldum. zavallı R.'yi eline tutuşturduğum bardağımla yalnız bırakıp tuvalete doğru seğirttim ve fırsattan istifade makyajımı kontrol ettim. aslında parti başlayalı epey olmuştu ve sigara konusunda değilse de içki konusunda son derece zengin bir geceydi. kimsenin benim hafif dağılmış göz kalemimi, hele ki o loşlukta farketmesine olanak yoktu. gene de bana hüzünlü bir hava veriyordu ve ben hüznüme bir çeki düzen verip öyle çıktım dışarı.
mutfak kapısının önündeki ekip dağılmış, kimisi başka gruplara entegre olmuş kimisi ise içki almaya gitmişti. onu hemen balkonun yanında etrafına bakınırken görüverdim. kendisine birşeyler anlatan hırpani görünüşlü kızı dinler gibiydiyse de aklı başka yerdeydi ve ben o yerin benim olabileceğim muhtemel yer olduğunu umuyordum. R. bu arada ev sahibiyle konuşmaya dalmış, benim çantamı da yanına almıştı. sigara almak üzere çantaya davrandığımda o da benimle birlikte içmek istedi ama ben gizemli iletişim sistememimiz aracılığıyla onu biraz da meraklandırarak yalnız gitmek istediğimi hissettirdim. elinden aldığım bardaktaki pörsümüş limon dilimyle artık pek çekici görünmeyen cin toniğimi tazeledikten sonra balkona doğru kararlı bir şekilde ilerledim. yalnızca henüz çok uzaktayken kısacık baktım ondan yana. yanından geçip balkona çıktım. sigarayı yaktıktan sonra fazla beklememe gerek kalmadı.
ateşini alabilir miyim?
tabi.. şimdi bana partiden benim de mi sıkıldığımı sorman gerekiyor.
nasıl yani? dedi gülerek. ah bu Almanlar dedim ben de içimden.
bir film klişesidir bu. ya da gerçekte klişeleşmemiş olsa da biz Türkiye'de bunu karikatürler aracılığıyla yeni bir kalıba döktük.
ah demek Türkiye'den geliyorsun. peki hangi şehir?
o konuya hiç girmesek? senin gerçekleşmiş ya da gerçekleşmemiş İstanbul ziyaretin doğrultusunda ilerleyecek bir konuşma fazlasıyla sıradan olacak. zamanımızı harcamayalım. hem bak ben sana nereli olduğunu soruyor muyum? aferin bana.
ne sormalıyım?
o konuda yardımcı olamam. sadece ne sormaman gerektiğini söylemek konusunda iyiymdir. ateş isterken iyi bir başlangıç yapmıştın. klasik ama önü açık.
hm. sen de önümü tıkadın. oysa ben flörtün gidişatı konusunda kendime güvenimi kaybetmemiştim daha önce. o bakışlarla ve ses tonuyla güvensizliğe hiç gerek yoktu zaten. ben adilik ediyordum.
flört ettiğimizi kim söyledi?
etmiyor muyuz?
seni bilmem ama ben etmiyorum. çünkü flört edesek ben heyecanlanır ve şu elimdeki cini bol toniği hızla içiveririm.
bence bir sakıncası yok.
inan bana var. ya bana ayak uydurmak üzere sen de hızlanır ve sarhoş olursun ve akabinde benim senden sıkılmak için bir bahanem olur, ya da ben senden önce sarhoş olurum ve göz kapaklarım düştüğünden sen gözlerimin ne kadar kocaman olduğunu farkedip bunu dile getiremezsin. hızlı ama kötü bir telafuzla konuşmaya başlarım ve senin şimdi kulağa hoş gelen hafif Bavyera aksanın sarhoş bir ben için senin söylediklerini anlaşılmaz kılar. şimdi bana adını söyle. hayır dur, önce ben! ben hibon.
merhaba hibon. ben C. eğer sarhoş kafayla flört ediyor olsaydık bile gözlerinin ne kadar da büyük olduğunu atlamazdım sanırım. onunsa gülüşü gittikçe büyüyordu. muhteşem ve kocaman. iltifatını alçakgönüllü bir baş eğmeyle karşıladım ve ayakkabılarına bakıverdim göz ucuyla. tam olması gerektiği gibiydiler. çok yazıktı.
dans edemeyecek oluşumuz ne büyük bir kayıp.
istersen buradan kaçıp m18'deki partiye gidebiliriz. oradaki müziğin ve kalabalığın buna daha elverişli olacağı kesin.
yo, ben onu kastetmemiştim. koşullar uygun olsaydı da ben dans edemezdim. dün evde kendi başıma tüketircesine ettim zaten. içimde bir nebze dans kalmadı.
hadi ama, içini öyle kolay tüketemezsin. böyle şeyler söylememesi konusunda onu en başında uyarmalıydım.
ah evet, tüketemiyorum. ben istesem de tükenmiyor. o yüzden şimdi sigaram da bittiğine göre ortamı terk etmemin zamanı geldi.
gidiyor musun? neden? yeni bir sigara yak! sanırım az önce kalbim kırıldı. şaşırmış ve gerçekten de biraz hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu.
sigaraların ardı arkası kesilmiyor zaten. ama benim artık eve dönüp hüzünlenme zamanım geldi. sigara kadar kötü bir alışkanlık daha. bak şimdiden başladı etkisini göstermeye. aklım buradaki hoş gerilimden uzaklaşıp kanıksadığı karmaşaya geri dönüyor. düşüncemi dolduramadığın sürece seninle flört ediyormuş ya da bu durumda olduğu üzere etmiyormuş gibi yapmaya devam etmem sana, ama daha ziyade bana haksızlık olur. oysa çok mutlu olabilirdik. fakat şimdi seni yanağından bir kere kibarca öpüp sonra da uzaklaşacağım.
*
hoşçakal.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)