Perşembe

süfer araba




koltukları hala fabrika çıkışından yadigar kokusunu kaybetmemiş siyah bir steyşın vagon, geride bırakmak üzere olduğumuz yılın üretimi bu aile arabalarının en hası şehrin dışına doğru yaklaşık altmış kilometere/saat civarlarında makul bir hızla seyrediyordu. eğer siz de orada olsaydınız, kent olmaktan kurtulup gelişmemiş meşe ağaçlarıyla bir ormana dönüşmeye çalışan ve sıkışık nizam bol katlı apartımanların delip durduğu coğrafyanın yansımasının, arabanın pırıl pırıl parlayan siyah boyalı sağlam karoseri üzerinde kayıp gittiğini görebilirdiniz.
koltukları hala kimyasal kokulu yepisyeni bu kocaman arabada dört kişi oturuyordu. yolcuların biri erkek, diğer üç kadındı. kadınlardan yaşları birbirine yakın olan ikisi aynı karından doğma idi. kadınlardan sol tarafta oturanıyla arabayı kullanan adam, ön koltuktaki daha genç olan üçüncü kadını peydahlamışlardı zamanında. peydahladıkları ve aslında konumuzla ilgisi olmayan diğer çocuk ise, kendi dünyaya gelişinin bir eşdeğerini toplum tarafından kabul görür yollardan becermek için girişimde bulunmak üzere bir başka kadına bir gün önce alınan yüzüğü vermek üzere yolcular arasındaki yerinden feragat etmişti. işte o yüzden aslında beş kişiyi rahatlıkla taşıyabilecek bu muhteşem araçta yalnızca dört kişi bulunuyordu.
koltukları hala kimyasal kokan cillop gibi arabada bir ölüm sessizliği vardı. üstün yol tutuşu ve mükemmel ses yalıtımının ötesinde bu sessizliğin nedenini anlayabilmek için arabanın dışına çıkmamız gerekiyor ne yazık ki. ya da bu dört kişi alışveriş merkezinin otoparkındayken biz arabanın içinde oturup yan dikiz aynalarından da izleyebiliriz durumu. fakat benim tercihim dışarıda, mümkünse daha yüksek bir noktadan izlemekten yana zira şu anda mırıldanarak ayaklarıma sürünen ve dikkatimi dağıtan kedi arabada fazlasıyla tüy bırakabilir.
ölüm sessizliğinin bozulmadan önceki en koyu anının yaklaşık yirmi dakika öncesinde park halinde duran port bagajlı oturaklı arabanın port olmayan bagajının açık kapısından koltuk kaplamalarına sinmiş kimyasal kokusu dışarı vuruyordu. bagajdaki bizi yan dikiz aynalarını kullanmaya iten doluluk, haftada bir yapılan büyük alışverişin torbalarının bu geniş hacimli araca sığmasını güçleştiriyordu. erkek ve kız yolcu arabayı yüklerken diğer iki kadın arabanın görkeminden ve birleştiriciliğinden uzakta ellerini ve kollarını sallayarak birbirlerine bağırıyorlardı. daha sönük pek çok arabanın şaşıkın sürücülerinin bakışlarına dayanamayan kız yolcu gidip annesini ve teyzesini gene ellerini kollarını sallayarak ve daha yüksek sesle bağırarak birbirinden ayırdıysa eğer bunun sebebini anlamak için arabanın henüz varolmadığı zamanlara dönmemiz gerekir ki bu da oyunbozanlık olur. o yüzden bu üç dişil yolcunun kendilerini ifade yöntemlerindeki üslup benzerliğinin birlikte geçirdikleri onca yıla rağmen onlar için, bize şu kısacık otopark sahnesinde malu olduğu kadar kadar bariz olmadığını söyleyip geçiyorum.
koltukları artık yavaş yavaş yitirmeye başladığı kimyasal kousunu hala oldukça keskin bir şekilde yaymayı sürdüren arabadaki sessizlik, karanlığın çöküşüyle gittikçe koyulaşmıştı. arkadaki kadın ne kadar haklı olduğunu düşünüyordu, fakat bağırmak pek de işe yaramamıştı. yanındaki kadın haklılığından emindi ama biraz önce bağırmak yerine şimdiki gibi koltukların kokusunu derin derin içine çekip susmuş olmayı yeğliyordu. genç kadın, ikisinin de haksızlığından emindi fakat en sonunda nasıl olup da kendisinin de bağırmaya başladığını çözemediğinden gözlerini kapatıp yer çekimini ve evrenin bükülümünü sezmeye çalışıyordu. arabayı kullanmakta olan adam kulağını kaşıyordu ve belki araba bu kadar kalabalık olmasa hem daha sakin bir akşam geçirebilir, hem de burnunu karıştırabilirdi. hepsi de her ne kadar virajlı yollar ara sıra bu konumu bozsa da genellemeye elverişli süreler boyunca arabanın geniş ön camının tam ortasına, dikiz aynasının altına denk düşen bir noktada kendini sergileyen koskocaman dolunayı izliyor ve haklılıklarını birbirlerine susarak kanıtlıyorlardı.
derken adamın da sonunda bağırma sınırları içinde tanımlanabilecek uyarısıyla araba koltuklarından yükselen kimyasalın kokusuyla hafiften kafayı bulmuş bu suskun aile bireylerinin hepsi hayret nidaları atarak sağ taraflarında geçmekte olan göktaşına baktılar. arabanın üstün yol tutuşu ve mutlak direksiyon hakimiyeti sayesinde bu dikkat dağınıklığı anında dahi herhangi bir kaza gerçekleşmedi ve hızla kenara çekildi. kavgalı kadınlar birbirlerinin üzerine eğilerek göktaşını izlemeye çalıştı, kız yerçekimini unuttu. adam zaten suskunluğunu bozmuştu, daha ne yapsın.
derken göktaşı yeryüzüne çarpmadan dağıldı ve araba koltularının kimyasal kokusu yeniden daha dikkat çekici bir konuma yükseldi. sessizlik büyük bir hızla toparlandı ve duruma hakim oldu. araba üstün bir performans sergileyerek durdurulduğu rampada beş saniyede sıfırdan altmış kilometreye çıktı ve aynı hızla ilerlemeye ve içindeki aileyi yuvasına taşıma görevini layıkıyla yerine getirmeye devam etti.

Çarşamba

bir zamanlar ben tedirginken

soğuk mutfakta sigara içip bir yandan artıksaymayıbıraktığımıncı kez Mülksüzler'i okurken karşımda bibuçuk metrelik boyuyla önce ailesinin tüm yükünü sırtlanıp köy yaşamının en ağır işlerini, "erkek" işlerini yapmaya başlayan, sonra da rolüne katlanabilmek için midir nedendir bilinmez, kadınlığını geride bırakıp erkek kimliğine bürünen bir zamanların Ü.sü, şimdinin 'Abo'su oturuyor. yıllarca hırpaladığı vücudu iflasın eşiğinde. sol tarafına felç inmiş. içini çekip "aah fani dünya, ah!" diyor ve ben kitabımı okumaya devam ediyorum. konuştuğu ender anlardan biri. ama benim ona söyleyecek sözüm yok. o da zaten bir cevap beklemiyor. hep daha bir erkek görünebilmek için belki, evin içinde dahi kasketinin altında kalan kısacık kesilmiş saçlarına kır düşmüş. henüz kırkına gelmemiş ama 100 yaşında bir oğlan çocuğuna benziyor tüysüz yüzü. yıllarca alt perdeden konuşarak boğduğu sesinde kadınlığa dair hiçbir şey yok zaten.
11 yaşımdayken köy yolunda Aşkale'ye uğrayışımızı ve onun arabaya binişini hatırlıyorum. onu ilk gördüğüm zamandı. ergenliğe yeni girmenin etkisiyle yakın davranan genç erkeklerden tedirgin olduğum zamanlardı. bir de şehirli kızın köye taşıdığı olağan kibir. mümkün mertebe uzak durdum ondan o yaz. sonra bir gün komşumuzdan süt alırken orada toplanmış kadınlar saflığımla çok, ama onun durumuyla daha çok eğlenerek bana Abo'nun aslında Abo olmadığını anlattılar. sonrasında hep gerçeği bildiğimi anlamasından korktum. o zaman öyle tanımlamasam da, benim ergen tedirginliğim onu bir parça da olsa olmaya çalıştığı şey kılıyordu. adını hatırlamadığım tüm o kadınlara acımasızlıklarından ve adaletsizliklerinden ötürü hala güceniğim. bir yandan da kendi namıma bu güceniklik. beni de henüz kabullenmenin yakınından geçemediğim bir noktada kadın olacaklığımla yüzleştirmişlerdir.
dayanışmanın bence en güzel kurgulanmış halini okurken işte bu insanın iç çekişine el uzatamıyorum. bana sıkıntı veriyor. hayatının ağırlığı nefesimi daraltıyor olur da aklıma düşerse. onunla konuşamıyorum çünkü ortak zemin bulamıyorum, aramıyorum. onun bir sözünü dinlemek, beni o vakıf olmadığım ve aslında olmak da istemediğim nedeni düşünmeye götürecek yeniden. küçücük bir köyde bir genç kızın, bütün o aşağılanmayı ve horgörüyü göze alarak cinsel bir tercih olarak değil, zorunlu bir kimlik seçimi olarak erkekliğini ilan etmeye sürükleyecek nedeni bilmeyi içtenlikle istemiyorum. bilirsem ben de bir parçası olacağım sanki. bilmeyince, başımı kitaba gömünce, ben aynaya bakıp saçlarımı düzeltir, ruj sürerken bana kilitlenen bakışlarını görmezden gelince her şey yolunda, her şey çok güzel.

Salı

the dispossessed



.
"Suffering is a misunderstanding" ... "It exists" ... "It's real. I can call it a misunderstanding, but I can't pretend that it doesn't exist, or will ever cease to exist. Suffering is the condition on which we live. And when it comes, you know it. You know it as truth. Of course it's right to cure disease, to prevent hunger and injustice, as the social organism does. But no society can change the nature of existence. We can't prevent suffering. This pain and that pain, yes but not Pain. A society can only relieve social suffering, unnecessary suffering. The rest remains. The root, the reality. All of us here are going to know grief; if we live fifty years, we'll have known pain for fifty years. And in the end we'll die. That’s the condition we’re born on. I’m afraid of life! There are times I—I am very frightened. Any happiness seems trivial. And yet, I wonder if it isn’t all a misunderstanding—this grasping after happiness, this fear of pain. . . . If instead of fearing it and running from it, one could. . . get through it, go beyond it. There is something beyond it. It’s the self that suffers, and there’s a place where the self—ceases. I don’t know how to say it. But I believe that the reality—the truth that I recognize in suffering as I don’t in comfort and happiness—that the reality of pain is not pain. If you can get through it. If you can endure it all the way."
Le Guin

Cuma

bebebe

ekran sıfırdan sonsuza adlı belgesele takılı kalmış. bebe sonunda sustu. ben hayatımda hiç bu kadar meme görmedim. mesele sadece nicelik değil, nitelik. yoksa tuttufuruttu vardı zamanında.
bu işlevsel meme.
günde 10 kere.
televizyonda doğada kendine benzerliğin bir sınırı var diyor adam. üremek o sınırı zorlamak. deniz kabuğunun helezonları. matematik bilmeyen giremez by Platon. başımda bebenin ağlaması uğulduyor. allahtan uyudu.
Pisagor dik üçgnlerin sırrını dünyaya indiren adammış. mitik. T. dünyaya indirdiği şeyin sesini hormonları sayesinde mi daha az duyabiliyor? hırsız Pisagor. T. de felsefe okuduydu. şimdi işlevsel memeleri var. yeniden tanımlanan T.. televizyondaki adam başına üşüşen sinekleri kovalıyor. konumuz Pisagor. ama olay Çinlilerde.
mesafeleri köleleri yollayıp ölçtürüyorlarmış. maksat matematik. hesap yapacaklar. bu velet daha büyüyecek de çocukların en önemli işlevi olan bakkala gitme görevini yerine getirecek. oysa T.'nin memeleri işlevini yerine getiriyor işte. bebe hanımdan meme ucu sansürü. anlatıcı kadının sesi, bebesini öven T.'yle aynı perdeden. okuduğu metin bütünlüksüz. bebe hanım fena kokmuyor aslında.
abla yapma, matematik belgeselinde nerden çıktı insanlığın hatıra defteri, boş hırsları falan? eş durumundan kadroya girmiş, jenerik bana onu söylüyor. benim o çıkarımı yapasım var. bunların çocuğu da vardır kesin. kolitsiz olsa bari. bebe uyudu ya, ben de yatayım.

Salı

sincerely yours

sevgili John,

sana John dememde bir sakınca yoktur inşallah. varsa da keyfin bilir. halini hatrını sormuyorum, söyleyecek fazla bir şeyin olmadığını bildiğimden. zaten asıl derdim kendimi anlatmak. hala birinci tekilden üçüncü tekile geçememiş bir çaylak olarak bunu yapmanın en uygun yolunun sana bir mektup yazmak olduğuna karar verdim.
beni soracak olursan, en kayda değer hikayem, iki hafta önce iki günde kovaladığımız dört konserdir. koskoca koroya eklendik biz de saz takımı olarak. Doğu Almanya zamanından kalma bir tatil köyü/kampı ikametgahımız oldu. ranzalı odalar ve yemekhane beni benden aldı. ben ranzanın altını aldım. üstümdeki yatağın tahtası ergen sanatının inceliklerini sunuyordu bana. özellikle döşeğin havalanması için açılmış deliklerden birinin etrafına üçgen bir karalama yapıp biraz üstüne merkezlerine koyu renk halkalar yerleştirilmiş biri eliptik diğeri dairesel kavuşmamış iki eğri çizen anonim genç sanatçının kadın cinselliğine saygı duruşunun bana verdiği ilham bütün konserler boyunca icramın bir köşesinden kendini gösterdi. kim bilir belki de hemen 50 santim sağında telefon numarasını vermiş olan Sandra yapmıştı bu resmi. ama ben erkek gözünün ve aklının süzgecinden geçmiş bir kadın imgesiyle karşı karşıya geldiğime inanıyorum hala. Sandra'nın ise telefonunu vermek dışında, tıpkı benim de küçükken şiir okuru olmadan kendi ranzamın tavanına karaladığım üç beş ünlü şiir aracılığıyla yapmaya çalıştığım gibi kendini yazıyla ifade etmeyi tercih ettiğine aklım daha çok yatıyor. yuvarlak ve narin harflerle neredeyse kazınmış "f.ck the world" ve biraz daha kaba çizgilerle ama aynı elden ya da en azından aynı sanatsal arka plandan çıkma "verf.ckte .rschlöcher" dizelerini ona yakıştırdım. Sandra'yı, kendini benim gibi başkalarının dizelerine sığınmadan böylesine dolayımsızca ifade edebildiği için buradan saygıyla selamlıyorum. eminim sen de olsan öyle yapardın John.
işte bu yoğun ortamda geçen gecenin öncesinde ve sonrasında birbirinden soğuk dört kilisede pek dini konserler verdik biz. ismimin ima ettiği islami köken bir yana, bir Allahsız olarak papazlar cemaate dua ettirirken kendimi çocukluğumda gittiğim teravi namazındaki gibi hissettim. tıpkı o zaman yaptığım gibi cemaati izlerken bu sefer onları taklit etmiyordum ama gene de imanın bende uyandırdığı şaşkınlıkta herhangi bir azalma yoktu. özellikle gittiğimiz ilk kilisede inancın mekana bu denli elle tutulur şekilde sinmiş olması beni neredeyse sarstı diyebilirim. bu güne kadar girdiğim tüm kiliselerden farklıydı. duvarlara işlenmiş sembollerin İsa'nın hayatını temsil ettiklerini ancak öyle olması gerektiğini bildiğimden anlayabildim. tipik protestan sadeliği, çocukların elişi kağıtlarından küçük parçalar kopartarak yaptığı vitray taklidi mozaik İsa'nın doğumu tablosuyla bir derece kırılmıştı ama gene de o yalınlığın ağırlığını üzerime çöktü. ilk konserde saçmalamamın sebebi bu olabilir. ikinci ve üçüncü konserler için gerekçem, ilk konserde yaptığım hatanın hemencecik yer etmesine, pek sevdiğim fakat coğrafi koşulları göz önünde bulundurmadan seçtiğim konser ayakkabılarımın ayaklarımın ve dolayısıyla da ellerimin buz kesmesine ufacık bir şekilde engel olamamasını ekliyor ve kendimi temize çıkartıyorum. son konserde ise protestanlığın etkisi altına girmişken şehrin tüm katoliklerinin toplandığı o devasa kilisedeki iç karartıcı bir yoğunlukla işlenmiş mihrabın içimde yarattığı bulantıdan kaynaklı bir takım kazalar oldu. bunu her fısatta dile getirdiğim için seninle çok özel bir şeyi paylaştığı düşünmeni istemem John ama her ne kadar hayatta pek çok konuda muhafazakar bir insan olsam ve sosyal kurumlara inancımı henüz yitirmemiş olsam da din beni bozuyor. olgunluk çağında artık tam olarak arkasında durmadığını söylesen de senin gençliğinde bu konuda düşündüklerinden çok da ayrı şeyler değil bunlar.
seni daha fazla sıkmak istemiyorum. zarfın üzerindeki puldan da anlayabileceğin üzere ben şimdi İstanbul'dayım. hazır gelmişken burada senin üzerine bir John koklayacağım sanırım. sana duyduğum hayranlığı azaltmayacak bu, ondan şüphem yok. sadece tanrı kostümünü giyerken ve daha da kötüsü onu ilahi bir jestle üstünden atarken dahi beni samimiyetine inandırabildiğin için duyduğum kıskançlık başka meslektaşlarınla haşır neşir olduğumda diniyor biraz. seni daha fazla yüceltemem John. yazdıkların üzerine düşünmekten yoruldum. bana biraz zaman tanı. karakterlerinle özdeşleşmeyi bırakabildiğimde seni daha iyi anlayacağım. şimdilik sağlıcakla kal. soğuk yanacıklarından sevgiyle öpüyorum.

her zaman senin olacak

H.

kimo

insanın daha ziyade/en çok/yalnızca kendisiyle ilintili en güzel bir hisse eğer -ki bunlardan en az biri- kişinin kendiyle dert kademesiyle doğru orantılı yaralayıcılığı ile insanın kendine açılan bir kim geldi penceresi oluşundan mütevellit yalnızca gelenin endamını izlemenin değil, aynı zamanda gidenin ardından atılacak geride kalan bakışının da olanaklılığını sağlayan aşk, en çok unutulduğunda güzeldir demişti bana A.

Perşembe

very important person

bu nasıl bir benmerkezciliktir ki ben her yanlış anlaşıldığımda büyük bir haksızlığa uğradığımı hissederek yaralanabiliyorum? adaletsizlik duygusu en çok böyle anlarda derinime işliyor. elim ayağım boşalıyor, alt dudağım bükülüyor, hemen gözlerim doluyor. halka açık alanlarda ağlamaya en çok yaklaştığım anlar bunlar. ah hibon, kendini bu kadar önemseme dedim sana kaç kere!

Salı

sarp

memleketimde işler sarpa sarıyor. hoş hep sarmış durumdaydı ama ümitlenmek ve ümidin kırılması kendini ne sıklıkla tekrar ederse etsin alışabileceğm bir süreç değil. işler iyice sarpa sarıyor ve ben korkuyorum.

Wegweiser

Winterreise'yi kadın sesinden ilk defa bu dönem aldığım ders sayesinde dinledim. ne de olsa klasik müzik geleneğinin özellikle son 50 yıldır dayattığı orijinale sadakatin dışında dinleyici alışkanlıkları da kadın yorumcuların bu konuda ön plana çıkmasına izin vermiyor. pratikte ben hala Ian Bostridge yorumuna olan bağlılığımı sürdürsem de teoride sadece Winterreise'nin değil, tüm klasik müzik eserlerinin Christine Schaefer örneğindeki gibi bir anlayışla yorumlanmasını destekliyorum. hem kendi döneminde lied anlayışını altüst eden Schubert'in dnleyicinin beklentisinde yaratmaya çalıştığı çatlağı, hem de metinin yabancılaşma üzerine kuran Müller'in mesafeli "lirik ben"ini daha iyi karşılıyor bu yorum. ilkini benimki gibi lirik tenorların neredeyse sözbirliği edilmiş tempo ve dinamik anlayışla biçimlenmiş yorumlarına alışkın kulakları hazırlıksız yakalayarak, diğerini ise sorgusuz sualsiz bir erkeği temsil eden lirik beni, gezgini bir kadın olarak giyerek yapıyor. bu da aslında orijinalin bir başka anlayışla yeniden canlandırılmaya çalışılması. niyete sadakat bir bakıma. bir diğer aşaması ise "bestelenmiş yorum" anlayışı. temel prensip, Schubert'in kendi dönemindeki besteleme geleneğinin dışına çıkarak dinleyiciyi sarstığı fakat 20. yüzyıl müziğiyle bizim için etkisini yitirmiş disonansları, kesintileri yeni bir anlayışla besteleyerek canlandırmak üzerine kurulu. Zender yapmış bunu Winterreise için. narin kulaklarımı pek rahatsız eden bu versiyonun da gene arkasındayım, yani en azından bu anlayışın. şimdi iş buradan yeni müziğe, müzik dışı ideye falan gider ama ben tembel olduğumdan bunun üzerine şimdi yazmak istemem.

Pazartesi

stating the obvious


Annie Hall üzerine yazmaya gerek yok aslında. niyetim sadece bu kareyi eklemek. kötü Almanca dublajına rağmen Whatever Works'e hayatımda hiç bir W Allen filmine gülmediğim kadar güldümse de hala açık ara en sevdiğimin Annie Hallová (çekoslovakyalılaştırabildiğimiz Annie) olduğunu söleyebilirim belki kısacık.

Reconstruction



"This is how it always ends - a little magic, a little smoke, something floating. We begin like this. It's not like the beginning - so take it easy. But it's important. Believe me."

alıntı

bir alıntı yapıyorum. bir sahnenin anlatıcılığına sığınıyorum. kendi sözüme güvenim yok. kısacık olmalı. anlaşılır olmalı. her soruya cevap verebilmeli. olası soruları sıralıyorum deneme olsun diye. hepsine gereken cevapları veriyor sahne. güveniyorum. paylaşıyorum alıntımı. sonra öteki okuyor, anlamaya çalışıyor ve sorular soruyor. ama benim sorduklarımı değil. zaten sorun orada başlamıştı. gene orada çözülemiyor. cevaplar benim aklımın ucundan bile geçmemiş. aklım ermemiş. sonra fark ediyorum ki onun aldığı cevaptan ben bambaşka bir soruya varıyorum. bu en yeni, doğru soru olmasa da başka olmasından mütevellit kayda değer. öteki beni anlamasa da ben kendimi bir başka türlü anlıyorum bu sefer. alıntıladığım, beni beklemediğim şekilde gözetiyor.

Çarşamba

karşılaştırmalı anayasa

arkadaşlar, şimdi Türk ve Alman anayasalarının birinci maddelerini hep birlikte inceleyelim. dersimizi daha heyecanlı kılmak ve arka sıralarda uyuyan arkadaşları uyandırmak üzere sizlere hazırladığım sürpriz doğrultusunda hangi maddenin hangi ülkeye (devlete mi demeliydim yoksa) ait olduğunu belirtmeyeceğim. gözlerinizi dört açın. sınavda buradan soru gelecek.

“İnsanlık onuru dokunulmazdır. Her tür devlet erki insanlık onuruna saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür”.

"Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir."

ruhuma sahip olabilirsin ama bedenime asla


ey bakire kadın! sen, el değmemiş! önünde saygıyla eğiliyorum. masumiyetin karşısında titriyorum. vaat edilmişliğin beni bile cezbediyor. eline dokunsam içinin sıcaklığını hissedebilirim. kimse senin için yeterince hazır olamaz. yeterince arı. incinebilirliğini bir bayrak gibi taşıyan sen, dokunulmazlığını yüceltmek için bize yol göster. kurtuluş varsa, onun anası sen olacaksın. senin duruluğundan yükselecek gerçek değer. anlam sernin çığlıklarınla senden fışkıracak.